Rahmi ALTINSOY / ISPARTA

 

AKILSIZ DOST

Köylü Mehmet günlerden bir gün kazadaki pazara gitmek için hazırlıklarını yaptı. Ertesi sabah kuşluk vakti heybesini omzuna atarak yayan yapıldak kazanın yolunu tuttu. Yolun bir kısmı ormandan geçiyordu.
Mehmet yolun yarım saatlik tarlalardaki kısmını kat ederek ormana girmişti. Az gitti uz gitti yolu yarılamıştı. Çalılıklar arasından bir iniltiyle karışık bir homurtu duyar gibi olmuştu. Dikkat kesildi. Yine aynı sesi duydu. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Yaklaştı. Sesi çıkaran bir ayıydı. Acı çektiği her halinden belliydi. Ayının ayağının biri kanıyordu. Mehmet eğildi baktı. Ayının ayağına kazık batmıştı. Uzun bir uğraştan sonra ayının ayağına batan kazığı çıkardı temiz bir bezle yarayı sardı.
Ayıyı orada bırakarak yoluna devam etti. Kazaya vardı. O gün alacağını aldı vereceğini verdi. İşlerini halletti. Akşam bir handa kaldı. Ertesi sabah erkenden yola çıktı.
Sabah serinliği ile hiç dinlenmeden ormana gelmişti. Hem dinlenmek hem de yanına almış olduğu nevaleyi yemek için bir pınarın yanı başında mola verdi. Azığını yedi üzerine de pınardan buz gibi su içti. Yorulmuştu. Biraz şekerleme yapmak için uzandı. Tam uyuyacağı sırada, dün ayağından kazık çıkardığı ayı çıkageldi. O da susamıştı. Suyunu içti. Mehmet’i görünce sevindi, O’na homurtular çıkararak sevinç gösterisinde bulundu.
Mehmet uzandı. Yorgunluktan uyuyakalmıştı. Ayı da kendine yardım eden bu insanoğluna bir faydam olsun diyerek onun başında nöbet tutmaya başladı.
Ortalıkta bir karasinek peyda olmuştu. Mehmet’i rahatsız ediyordu. Ayı da onu eliyle koluyla uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama nafile, sinek Mehmet’e tebelleş olmuştu. Vıızzzz… Gelip tam alının ortasına konmuştu. Ayı birkaç defa sineği uzaklaştırmıştı ama sinek o kadar inatçıydı ki yine geldi Mehmet’in alnına kondu.
Ayı kendine dost edindiği Mehmet’i bu beladan kurtaracaktı. Sorunu kökten çözecekti. Sinek, Mehmet’in alnına konmuştu. Ayı çalının dibindeki kocaman bir taşı aldı, havaya kaldırdı Mehmet’in alnındaki sineğin üzerine bıraktı.
Nihayet sinek ölmüştü. Mehmet’i rahatsız edemeyecekti. Gel velâkin Mehmet’i sinek değil hiç kimse rahatsız edemeyecekti. Çünkü o koca taşla, kafası karpuz gibi parçalanmış, Mehmet Hak’kın rahmetine kavuşmuştu.

Kıssamızdan alacağımız hisse “AKILSIZ DOSTUN OLACAĞINA, AKILLI DÜŞMANIN OLSUN” olsa gerek.


Rahmi ALTINSOY
12.02.2008
Yenişarbademli / ISPARTA

 

TİLKİ BAĞLIYOR ÇAKAL ÇÖZÜYOR

Ormanın kralı aslan tebdili kıyafet ile ormanı kontrole çıkar. Tilkiyi de yanına yaver olarak alır. Ormandaki sayısız mağaradan birine girerek ortalığı kolaçan ederler beraber. Tilki bu, durur mu hiç. Aklına bir kurnazlık gelmiştir.

Tilki: Sayın kralım ayaklarını bağlasam çözebilirmisin?
Aslan: Tabiî ki. Benim için ufak bir iş. Bağla bakalım.

Yapmayacağını bile bile aslan söz verdi. Çünkü o ormanlar kralı idi. Krallığın da bir raconu vardı. Tilki elindeki iple aslanın ayaklarını bağlayıp oradan uzaklaştı. Aslan bir uğraştı iki uğraştı. Sonunda pes etti. Çünkü ipleri çözmesi mümkün değildi. Başladı bağırıp çağırmaya. Ama kimseler sesini duymuyordu. Gece geçti. Sabah olmuştu. Aslan bitkin aç susuz tekrar bağırmaya başladı. Sesi dünkü kadar gür çıkmıyordu. Yorgunluktan ve açlıktan mecali kalmamıştı.
Öğleye doğru mağaranın önünden geçen çakal bir iniltiyi duydu. Kulak kesildi. İnilti mağaradan geliyordu. Merakla mağaraya girdi ayakları bağlı aslanı gördü.
Çakal: Hayırdır sayın kralım. Sana ne oldu böyle.
Aslan: Ne olduğunu bırak şimdi. Şu ayalarımdaki ipleri çöz.

Çakal, aslanın ayaklarındaki ipleri çözdü. Bitkin bir vaziyetteki aslan önce karnını doyurdu ve sonra ulu bir ağacın gölgesine uzandı. Çakal ormanlar kralının bu haline bir mana veremedi ve düştüğü duruma üzüldü. Bir kralın yakınında olmak ona ayrı onur veriyordu. Bu haleti ruhiye içinde,
Çakal: Saygıdeğer kralım gelin sizinle arkadaş olalım.
Aslan: Ben seninle ve senin gibilerle arkadaş olamam. Artık bu ormanda da kalamam. Çünkü bu memlekette “TİLKİ BAĞLIYOR, ÇAKAL ÇÖZÜYOR” diyerek terki diyar eder. O gün bugün aslanı o diyarda gören olmaz.


Rahmi ALTINSOY
11.02.2008
ISPARTA

 

KIZARAN GÖZLER

Tilki ile kurt çok iyi dostlarmış. Ormanda gezerlerken susamışlar su içmek için yokuş aşağı gölün kenarına inerken karşılarındaki düzlükte bir düzine at görmüşler. Açlıktan nefesi kokan Kurt’un gözleri serap görmüş gibi yuvalarından çıkmış atları görünce.
Kurt: Arkadaşım tilki, karnım açılıktan zil çalıyor gel beraber şu atlardan birini haklayalım.
Tilki: Kardeş, ben almayayım. Benim karnım tok ama sen ye. Bu atların hakkından gelebilecek kuvvettesin. Sen var ya sen, bir pençe darbesiyle en kuvvetlisini haklarsın.
Kurt: Gerçek mi söylüyorsun.
Tilki: Tabi ki. Çünkü atları görünce aklın başından gitti, gözlerin kızardı. Ben bile korkmaya başladım.
Kurt: Yalan söyleme.
Tilki: Yalanım varsa nolayım. Gözlerinin kızarması bir tarafa, inan ki gözlerinden ateşler fışkırıyor. Hiç çekinme saldır. Karnını doyur. At ne kim sen kim.
Kurt, tilkinin bu gazına karşılık gözüne kestirdiği bir ata saldırmak için tam gaz koşmaya başlar.
Bu arada atlar kurt ile tilkiyi görmüşler ve bir emniyet çemberi oluşturmuşlar. Atlar böyle tehlikeli zamanlarda, kafaları iç tarafa gelecek şekilde bir daire şeklini alırlar ve gelecek tehlikeleri çifteleri ile bertaraf ederler.
Kurt olanca hızıyla karşısına gelen ata saldırmış. Kurt’un pençesi daha hedefe varmadan önce, at çiftesini olanca kuvvetiyle Kurt’un alnının ortasına yerleştirir. Çok ani ve sert bir darbe alan kurt yere serilir. Bacakları havaya gelir. Kafa travması geçiren kurt ölmüştür. Tilki kurt’un yanına gelir ve derki;
Tilki: Biraz önce gözün kızarıyordu. Şimdi ise kıçın kızarıyor.

Hesapsız işlerden, çok zarar göreceğimizi düşünerek yapacağımız işlerin artılarını eksilerini iyi hesap edelim. Ayrıca arkadaşlarımızı da iyilerden seçmeye özen gösterelim. Bizi kurarak ortaya koyan sonrada olanları bıyık altından gülerek seyredenlerden arkadaş olmayacağı kıssadan hisse olarak çıkaralım: Vesselam.


Rahmi ALTINSOY
11.02.2008
ISPARTA

 

KURNAZ TİLKİ

Tilki ılık bir bahar ikindi sonu ormanda, yemyeşil ağaçlar arasındaki rengârenk çiçeklerle kaplı düzlükten mis gibi havayı koklayarak ilerliyordu. Gözleri fıldır fıldır etrafı kolaçan ede ede ilerliyordu. Bir de ne görsün ilerdeki ardıç ağacının dalında asılı, ağzına layık güzel bir but et. Tilki ağzının suyunu akıtarak ete doğru ilerledi. Etrafı kolaçan etti. İçinden dedi ki “bunda bir iş var bu güzelim eti buraya ortalık yere süs olsun diye koymamışlardır.” .Eti iyiden iyiye kontrol etti. Bir de ne görsün etin içinde bir bomba. Yakındaki köylüler hayvanlarına, zarar veren vahşi hayvanlara tuzak kurmuşlar. Tilki etin karşısında bir ağacın altına yattı.
—Şimdi buradan bir salak geçer, onu kandırırım dedi.
Bir müddet sonra kurt çıkageldi. Etrafına bakarken gözü ağacın dalında asılı ete takıldı. Bir sağa bir sola baktı. Çam ağacının altında yatan tilkiyi gördü.
Kurt: Tilki kardeş şu ağaçtaki eti görmedin mi?
Tilki: Görmezmiyim. Ağzınıza layık. Ama ben bu gün “niyetliyim”.Sana afiyet olsun.
Tilki bunu söylemesine söyledi ama kıs kıs gülüyordu. Kurt’u faka bastıracağı için. Kurt, ağzının suyunu akıta akıta ete yöneldi iştahla eti ısırdı. Ne olduysa o anda oldu. Boommm… Etin içine gizlenen bomba patlamış ve kurt yere serilmişti.
Kurt silkelenerek kendine gelmiş ve bir gözünü kısarak zor zahmet baktı, birde ne görsün tilki patlamanın akabinde yere düşen eti iştahla yemiyor mu?
Kurt: Hey tilki. Biraz önce “niyetliydim” diyordun, ne oldu da birden iftar ettin?
Tilki:Kurt kardeş biraz önce “top patladı” ya.. Onun için iftar ediyorum.

Kıymetli okuyucularım. Birilerinin gazına gelipte araştırıp soruşturmadan kendinizi tehlikeye atmayın. Zahmetsiz kazanca giden yolda tehlikeler olduğunu unutmayın. Her nimetin bir külfeti olduğunu ve külfetsiz nimetlerin kazanımlarında, çok katakulliler ve ayak oyunları olacağını unutmayın!


Rahmi ALTINSOY
05.02.2008
Yenişarbademli/ISPARTA

 

TOPAL CANAVAR

 

Vaktiyle köyün birinde gariban bir çoban vardı. Köylünün keçilerini dağta taşta güder akşam olunca köye getirerek buradan aldığı ücretle geçimini sağlardı. Çobanın derme çatma tek katlı bir evi vardı.

Garip çoban günlerden bir gün yine keçileri almış dağın yolunu tutmuş sürüyü otlatmış vakti zamanı gelince köye geri dönüyormuş, her zaman geçtiği yolun kenarındaki mağaraya bir keçi girmiş bir daha çıkmamış. Çoban beklemiş keçi çıkmayınca içeriye girmiş birde ne görsün yerde yatmakta olan bir ayağı topal bir canavar ( kurt ) önünde ise biraz önceki mağaraya giren keçi kanlar içinde. Keçi, kanlar içinde cansız yerde yatıyor, topal canavar ayağına kadar gelen rızkını (keçiyi) afiyetle yemiş. Çünkü topal canavarın kalkıp yürüyerek ormanlarda dağlarda rızk arayacak hali yok. Yerinden bile zor kalkıyor. Çobanın yapacağı bir şey yoktu. Neyse o gün köye indi. Ertesin gün aynı yerde aynı mağaraya yine bir keçi girdi çıkmadı. Daha ertesi gün olay yine tekrar edince çobanda şafak attı. Yeter artık, ben bu çobanlığı bırakıyorum. “Topal canavarın rızkını veren benimde rızkımı verir” diyerek çobanlıktan ayrılmış. Eşi ise çobana çok yalvarmış devam etmesi için. “hak” denilen belli bir miktar ücret karşılığı yapılan bu işin ücreti sezon sonunda ancak alınabiliyordu. Sezonun bitmesine az bir zaman kala çobanlığı bırakması onlara pahalıya mal olacaktı. “Çoban, Nuh diyor peygamber demiyordu.” İnadım inat adım kel Murat diyor da başka bir şey demiyordu.
Neyse ki çobanın karısı çobanın ayak diretmesine rağmen komşuların keçilerini alarak dağa gütmeye gitmiş. Akşam eve boş gitmeyeyim diye oralardan meşe odunu hazırlamış ve birde kuru bir kütüğü baltasıyla parçalayarak yarına hazırlık olsun ertesi gün alıp götürürüm demiş.

Çobanın karısı baltayı meşe kütüğüne olanca kuvvetiyle vurmuş, ama oda ne? Kütük parçalanınca içinden şangır diye sarı liralar (altınlar) ortalığa saçılmış.Kadıncağız şok olmuş.Hemencecik kendini toplamış.Altınları toplayarak kütüğün içine doldurmuş ve toprağın altına gömerek eve dönmüş.Çünkü ertesi gün gelip kocasıyla kütüğü altınlarla alıp götüreceklermiş.

Akşam eve dönünce kocasına olayı heyecanlı heyecanlı anlatıyordu bu arada ev yolun kenarında olunca köyün iki genci pencereden söylenenleri duymuş. Sabahı bile beklemeden altınların olduğu mevkiye giderek parçalanmış kütüğü ve yanı başındaki yanındaki toprak yığının bir güzel açmışlar birde ne görsünler kütüğün içi yılan çıyan dolu. Hemencecik kütüğü aldıkları gibi bir hışımla çobanını evinin çatısına çıkmışlar. Evin bacasından aşağı kütüğü bırakmışlar.

Çoban yan gelmiş çayını yudumluyordu ve aklından da “topal canavarın rızkını veren benimkini de verir” diyerek hayal kuruyordu. Bacadan aşağı düşen kütükten sarı liralar ortalığa saçılınca Çoban öylece kalakaldı. Evin her tarafı altınlarla doldu taştı. Her taraf çil çil altınlarla doldu. Çoban şoku çabuk atlattı ve “Ya Rabbi ne büyüksün! Benim dualarımı ettin ben karıma hep diyordum “ topal canavarın rızkını veren, benimkini de verir.” Velhasıl işte benim rızkım….

 

* Bu hikaye bir derlemedir.


Derleyen:
Rahmi ATINSOY
19 Ocak 2008

Anlatan:
Seyitoğlu 1342 doğumlu
Osman AKGÜL
Yenişarbademli / ISPARTA

 

 

 

ÜÇ KARDEŞLER

 

Memleketin birinde, kuvvetli bir zan ile gaibi bilen üç kardeş varmış. Bu üç kardeş yani zanoğulları’nın bir gece inekleri çalınır. Zanoğluları ineklerini bulabilmek için dere tepe aramaya başlarlar. Aramış taramışlar bulamamışlar. Yorulmuşlar sabahleyin evden çıkarken aldıkları azığı bir pınarın yanında ulu bir çam ağacının altına oturarak yemeye başlamışlar.

Kardeşlerden büyüğü “bizim ineği çalanın boyu kısa” demiş. Ortanca kardeş de “ boyu kısa ise sakalı kösedir” demiş. Küçük ise “şayet boyu kısa, sakalı köse ise adı da Musa’dır” demiş.

Bir bakmışlar uzaktan biri geliyor boyuda kısa, biraz yaklaşmış boyu kısa olduğu gibi sakalı da köse değil mi? Kardeşler gelenin önüne çıkmışlar gelen adama “adın ne” demişler Adam da gayri ihtiyari “Musa” demiş ve olanlar olmuş. Üçkardeş hemen adamı yaka paça ederek kadının karşısına çıkarmışlar. Ve demişler ki “bu adam bizim ineğimizi çaldı. Şikâyetçiyiz.” Kadı “peki bir şahidiniz var mı? ” “Hayır” demişler. Kadı tekrar sormuş bir deliliniz var mı? diye tekrar sormuş ve zanoğulları demişler ki biz kuvvetli zan’larımızla biliriz. Ve bu insan bizim ineğimizi çalan hırsızdır.
Kadı hemencecik göz ile kaş arası pazar gidip cebine bir portakal koyuyor tekrar mahkemeye dönüyor. Ve soruyor “peki bu kadar zannınıza güveniyorsanız cebimdekini de bilin bakalım?”

Kardeşlerden büyüğü “cebindeki yuvarlak” demiş. Ortanca kardeş de “yuvarlak ise sarıdır ” demiş. Küçük ise “yuvarlak ve sarıysa bu olsa olsa portakaldır” demiş.
Bu durum karşısında kadı kararını vermiş ve Köse Musa’nın ahırına giderek yerinde bir araştırma sonunda Üçkardeşlerin ineğini bulmuşlar. Kardeşler ineklerini almış ve köyün yolunu tutmuşlar. Akşam yoşu çökmüş köye varmalarına daha çok yol olduğu için önlerine ilk gelen köyde kalmayı düşünmüşler. Geceyi geçirmek için köy odasını sorarak odaya gitmişler. Köyün ağası üçkardeşe yemek getirtmiş ve “hoş geldiniz. Afiyet olsun” diyerek odanın kapısını kapatarak çıkmış. Kardeşler iyice acıkmışlar sofraya oturmuşlar. Ortadaki yemeklerden birer kaşık almışlar ve yüzlerini buruşturmuşlar.

Kardeşlerden büyüğü “bu et köpek leşi gibi kokuyor” demiş. Ortanca kardeş de “bu ekmek de insan leşi gibi kokuyor ” demiş. Küçük ise “yiyin beyler ekmeğinizi, yemeğinizi keyfinize bakın, zina oğlu zina kapıdan dinliyor” demiş.
O sırada kapıda bekleyen ağa, bütün söylenenleri duymuş. Büyük hiddetle eve gitmiş ve anasına “ana götürdüğüm yemeğin eti ne etidir?” Annesi “ o koyunun küçükken anası öldüydü de onu, dişi bir köpek emzirdiydi” demiş. “Peki, ekmek neden öyle kokuyor?” dediğinde. Anası “ a oğlum harman zamanıydı, mezarlıktan bir tutam iri taneli başak alıp harmandaki diğer buğdaylardın içine atmıştım ” demiş. Eee peki bana “zina oğlu zina dediler ona he diyeceksin?” Ağanın anası “ oğlum, o şey bir gençlik hatası kem küm demiş” Ağa ne yapsın… Olanları kabullenmekten başka bir seçeneği olmayan ağa, kaderine razı olup boynunu eğmiş ve köyden uzaklaşmış gitmiş… Bir daha ağayı köyde gören olmamış.

 

* Bu hikâye bir derlemedir.

 

 

Derleyen:
Rahmi ATINSOY
19 Ocak 2008

Anlatan:
Seyitoğlu 1342 doğumlu
Osman AKGÜL
Yenişarbademli / ISPARTA

 

 

YETİM ALİ

Ali daha onüç yaşındaydı. Anadolu’nun küçük bir köyünde annesi ve üç kardeşi ile birlikte oturmaktaydılar. Babası yıllar önce ölmüştü. Ailenin en büyüğü idi. Kışı zar zorda olsa muhannete muhtaç olmadan geçirmek için yazları gücünün yettiği işlerde çalışarak kış için üç beş kuruş biriktirmek gerekiyordu.
Yine mayıs ayının sonunda okullar yaz tatiline girmişti. Ali köylerindeki ormancıya giderek bu yazın orman yolunda çalışmak istediğini söyledi. Ormancı da Ali’nin durumunu bildiği için “tamam Ali sen bir hafta sonra gel, beni gör” dedi. Ali çalışkan, doğru, dürüst sözüyle ve özüyle bir Anadolu delikanlısıydı.
Nihayet bir hafta sonra Ali ormancıya giderek görüştü ve ertesi günü de orman yolunda çalışmak için hazırlığını yaptı. Sabahleyin erkenden kalktı. Üç yufka ekmek, bir parça çökelek bir baş soğan ve iki tane haşlanmış yumurtadan ibaret olan azığını sırtına vurdu, yemyeşil ormanlar arasında kâh yokuş yukarı kâh iniş aşağı uzayıp giden tozlu topraklı yollardan bazen koşarak bazen yürüyerek çalışacağı yere vardı. Çalışacağı yer ile köyün arası yaklaşık 10 km. idi. Ayağında, arkaları yırtılmış lastik ayakkabılar ile yayan yapıldak 10 km yolu kat ederek çalışacağı yere ulaştı.
Kazma ve kürekle ormanda yol yapacaklardı. Orman işletme şefliği tarafından belirlenen ve damgalanan ağaçlar köylü tarafından kesilerek tomruk ve odun haline getirilerek, yapılacak yoldan köydeki orman deposuna nakledilecektir.
Ali çalışacağı yere tam zamanında gelmişti ama yorulmuştu.10 km’lik yol yürümek hele o yaştaki çocuk için zordu. Neyse yol çavuşu Ali’ye bir kürek verdi ve çalışacağı yeri gösterdi. Kendisi gibi onbeş daha yol amelesi vardı. Bir kazmacı bir kürekçi. Kazmacı yol yapılacak güzergâh sınırları içinde toprağı kazıyor, kürekçide onun kazdığı toprağı ileriye atıyordu. Eğer, çalışılan yerde taş varsa ve insan gücüyle halledilebilecek bir işse kazma, kürek ve manivela (küsü) ile taşı çıkararak yol kenarına atılıyordu. Bazı küçük taşlar da balyozla kırılıyordu. İnsan gücünün kıramayacağı taşlar olursa kompresör yardımıyla taşları delen tabancalar sayesinde taşlar delinerek dinamit patlatılarak ortadan kaldırılıyor ve yapımı devam ediyordu. Haftada yerine göre 500 metre yol yapılabiliyordu.
Ali bir hafta boyunca sabah 10 km lik yol akşam 10 km lik yol gide gele ayağındaki yarım yamalak ayakkabısını da parçalanmıştı. Ali akşama kadar yol inşaatında çalıştıktan sonra yorgun argın eve döndüğünde elini yüzünü yıkayarak sofranın başına oturuyor ama yemeği zorla bitiriyor hemencecik uyuyakalıyordu. Körpe vücudu bu çalışma temposunu çekemiyordu. Çalışmak neyse de o yol var mı yol, sabah ve akşam 10 km. yol zaten o başlı başına ayrı bir yorgunluk ayrı bir işti.
Ali’nin bu durumu ormancının gözünden kaçmamıştı. Bir gün Ali’yi yanına çağırarak “Ali sen bundan sonra yolda kazma kürek ile çalışmayacaksın. Sen Çadır bekçisi olacaksın.” Çadır bekçisinin görevi, iş bitiminden sonra yol yapımında kullanılan kazma, kürek gibi malzemenin konulduğu depo olarak kullanılan çadır ve oradaki malzemenin güvenliği idi.
Ali, geceleri ve hafta sonları çadırda kalıyordu. Bir akşam iş sonu arkadaşları köye geri döndükten sonra yemeğini yemiş yorgunluktan şöyle yatağa uzanmıştı. Dışarda yağmur yağıyordu. Yağmur taneleri çadıra düştükçe Aliye ninni söylüyordu sanki. O akşam Ali deliksiz bir uyku çekmiş sabahleyin dinç bir şekilde uyanmıştı.
Bir başka hafta sonu işçiler köye dönmüşler Ali oralardan odun toplamıştı akşam yakmak için. Ateşin başında yalnız başına oturmuş geleceğini düşünüyor ailesini düşünüyor bazen hüzünlü bazen gülümseyen bir yüzle çayını yudumluyordu. Uykusu gelmiş yatmıştı. Geceni bir yarısı dışarıdan sesler gürültüler duymaya başlamıştı. Kulak verdi çadırın dışında çanlar çalıyordu, köpek sesleri geliyor, hışırtılar, koşuşmalar arasında bir de insan bağırması.
Gözlerini ovuşturarak sesleri ayıt etmeye ve ne olduğunu anlamaya çalışırken çadırın kenarında ayak sesleri gelmeye başladı. Bütün cesaretini toplayarak dışarıya çıktı bir de ne görsün her taraf keçilerle dolmuş biraz ileride kocaman iki köpek daha da ileride kepenek içerisinde bir çoban. Meğer çoban, sürüsünü aşağıdaki kuyudan sulamak için gidiyormuş. Çoban, yavaş yavaş yürüyerek Ali’nin yanına geldi, tanıdık birisiydi. Biraz konuştuktan sonra çoban sürüsünü alıp gitti. Ali derin bir nefes alarak çadırına girdi.
Güz gelmişti Ali’nin Okulu açılacaktı. Ama Ali okul açıldıktan bir hafta sonra gitmeye karar vermişti. Çünkü kış için daha çok paraya ihtiyaçları vardı. Yazın çalıştığı üçbuçuk aylık yevmiyesini almış, annesine teslim etmişti. Annesi de Ali’sine dualar ediyordu, o ailesinin kışın harcayacağı parayı az da olsa biriktirmişti. Yokluk, yoksulluk onların kaderimiydi?
Yıllar yılları kovalamış, Ali yatılı okullarda okuyarak sonunda, devlet memuru olmuş ve annesi ile kardeşlerini yanına almıştı. Geçmişini hiçbir zaman unutmayan, geleceği için de umut doluydu. Konu komşu, dost ve akrabalarından düşkün olanlara karınca kararınca elinden geldiğince yardım eden, görüp gözeten biri olmuştu Ali.


Rahmi ALTINSOY
15.01.2008
ISPARTA

 

 

ÖFKE VE SEVGİ

Mehmet, abisi Muratla evlerinin yanındaki boş arsada toz toprak içinde oynuyorlardı. Kendilerini o kadar oyuna kaptırmışlardı ki etraflarını görmüyorlardı. Birisi otomobilini tamirciye götürmüş müşteri diğeri de oto tamircisi rolünde. Kendi dünyalarında, kaptırmışlar gidiyorlardı.
Babalarının arabasını kenarında bir yandan konuşuyorlar diğer yandan da babalarının arabasını tamir ediyorlardı akıllarınca. Mehmet eline geçirdiği çekice benzer bir taşla arabanın kaportasına vuruyordu. Aklınca otomobilin kapısını, çamurluğunu, bagaj kapututunun eğik kısımlarını tamir ediyordu. Elindeki taşı habire vurup duruyordu. Ta ki Otomobilin her tarafı kalbura dönünceye kadar.
Mehmet abisi Murat’a. “ tamam arabayı tamir ettik şimdi de boyayalım” dedi. Evin kömürlüğünde buldukları öncelerden kalma bir boya tenekesinin alıp getirdiler oradan buldukları bir çöple boya tenekesine batırıp batırıp arabanın orasına burasına rasgele sürüyorlardı.
Nihayet boya işide bitmişti. İki kardeş yorulmuşlardı. Artık dinlememeleri gerekiyordu. Evin önüne geldiler oturdular Murat evden pet şişede su getirmiş her ikiside kana kana suyu içerek serinlemişlerdi.
Kısa bir moladan sonra işe yani boş arsaya gittiler. Arabanın yanına vardılar. Bu sefer arabanın lastiklerinin havalarını kontrol ettiler yine kendi akıllarınca bir çöple lastiklerin havalarını kontrol ederek eksik olanları tamamladılar fazla olanlarının havalarını indirdiler. Arabanın sol ön ve sağ arka lastiğinin havasını tamamen boşalttılar.
Hafta sonu olduğu için babaları evden çıkmamıştı. Mehmet’le Murat dinlenirken babaları çıkageldi adamcağız gördüğü manzara karşısında donakaldı. Ne yapacağını ne diyeceğini şaşırmıştı. Sonra büyük bir öfkeyle gök gürültüsünü andıran bir sesle “kim yaptı bunları” dedi. Abi Murat, “Mehmet” diyebildi. Öfkesine kapılan baba eline geçirdiği bir sopayla Mehmet”e rasgele vuruyordu.”Hangi ellerinle yaptın” diye küçük Mehmet’in elerine ayaklarına vücudunun her tarafına vuruyordu. Dışarıdaki bağrıltıyı duyan anne koşarak geldi. Küçük Mehmet yere yığılmıştı. Hemen hastaneye götürdüler.
Kolları ve bacakları sargılar içinde yüzü gözü morluklar içinde hastanede gözlerini açan 3,5 yaşındaki Mehmet şöyle kendisini baştan aşağı süzdükten sonra annesine “noldu bana” dedi. Annesi sadece ağlıyordu cevap veremişti. Çünkü Mehmet’in hastaneye getirilişinin haftasıydı. Mehmet gözlerini daha yeni açmıştı annenin gözyaşları üzüntüden mi yoksa sevinçten miydi bilinmez? Babası, Mehmet’in başucunda, gözleri kıpkırmızı saçı başı dağınık üzüntüden çökmüş bir vaziyette öylece boş gözlerle küçücük oğlu Mehmet’e bakıyordu.
Mehmet kafa travması geçirmiş sol kolunda ve sağ omzunda kırıklar vardı. Ama şu anda korkulacak bir durum yoktu. Mehmet zoru atlatmıştı. Durumu iyiydi. Üzüntü, pişmanlık, nedamet, kendisinden tiksinme, insanlığından utanma gibi karmakarışık duygulular içinde oğluna bakıyordu. Kendisinden iki yaş büyük abisi Muratta oradaydı. Küçüğünün boynuna sarılmış onu öpüyordu. Suçu ikisi işlemişti ama kabak Mehmet’in başında patlamıştı. Mehmet babasına “babacığım arabımızı Muratla ikimiz tamir edip boyadık güzel olmuş mu ?” dedi çocuk saflığı ile. Baba “çok güzel olmuş” dedi ama içi burkuluyordu gözlerinden yaşlar sağanak halinde iniyordu yaptığından utanıyordu. Yer yarılsa da yerin dibine girseydim diye içinden geçiriyordu belki de.
Bir hafta sonra Mehmet hastaneden eve gelmiş evde küçük abisi Murat’la evde oynuyorlardı. Evde babasını gören Mehmet bu sefer “babacığım arabamızı tamir ederken bozuldu herhalde özür dilerim” deyince baba bir daha, bir daha üzüntüden kahroldu, bu olayı düşünmekten bunalıma girdi. Doktor doktor gezerek derdine derman aradı. Öfkesine esir oldu ve sonunda “derdi” lades diyerek davet etti ama bir türlü başından defedemedi.
Ey Anneler babalar vede ey insanlar birisi ya da biriniz bir hata yaptığında yahut da öykümüzdeki gibi küçücük bir çocuk hata (çocukluk) yaptığında bu öyküyü hatırlayın. Pişmanlık deryasında kendinizi yiyip bitirmeyin kendinize işkence etmeyin.
Çok sevdiğiniz birine karşı sabrınızı yitirdiğinizi anda, önce biraz düşünün. Bozulan arabalar tamir olabilir, yamulan kaportalar düzeltilebilir, patlayan lastikler onarılabilir, ama kırılan kemikler, kırılan kalpler ve incinen duygular hiçbir zaman tamir olmaz.
İnsanlar hata yapabilir hepimiz hata yapabiliriz. Sinirlenerek hemen öfke atına binip de dörtnala harekete geçmeyin. Durup düşünün. Sabırlı olun anlayış gösterin ve sevin. Sabrın kendisi acı fakat meyvesi tatlıdır.
Lütfen biraz sabır, geriye dönüşü mümkün olmayan bazı zararları, sabırla önleyeceğinizi lütfen unutmayın!
İnsanlara insanca davranmanın hiçbir maliyetinin olmadığını akılımızdan çıkarmayarak, sabırsız davranmak suretiyle öfkeyle kalkıp zararla oturmayın.
Her çocuğun, çocuk olmaya hakkı olduğunu unutmayın. Lütfen…!


10.01.2008
Rahmi ALTINSOY
Isparta

 

ÖKSÜZLER

Yatakta acılar içinde kıvranan Ayşe iki oğluna göz ucuyla bakarak gözyaşlarını tutamıyordu. Küçük oğlu Fatih’i daha emziriyordu büyüğü İsa’da oralarda kendi haline oynuyordu. Ayşe acılar içinde kıvranıyordu. Kocası Ahmet ise çaresizlik içinde oraya buraya koşuşturuyordu. Ama nafile ne doktor ne ilaç vardı. 1930 lu yıllardı. Ottan, çöpten bir iki kocakarı ilacı. Ama nafile hiç kâr etmiyordu. Ayşe güzel, alımlı, çalışkan, efendi bir kişiliğe sahipti. Amansız dert yakasına yapışmıştı bir kere. Ayşe Azrail’in etrafında dolaştığını hissediyor bir tarafta iki çocuk bir tarafta dermansız dert. Oğullarını kucaklayıp öpüyor öpüyordu kokluyordu. Göğsüne bastırıyordu “yavrularım” diyordu da başka bir şey demiyordu. Gözlerinden yaşlar sağanak halinde dökülüyordu. Sanki susuz kalmış fidanlarını suluyordu. Onların biran önce büyümelerini istiyordu. Kaynana Emine’nin Gelin Ayşe’si günden güne bitip tükeniyordu.
Zalim derde nazik bedeni fazla dayanamadı. Gelin Ayşe bir sabah ezanla birlikte seher vakti bu dünyadan göç etti. İki yavrusunu bırakıp ta gitmişti. Küçük Fatih acıkmıştı oradakilerin engel olmalarına rağmen, ölü olan annesinin yanına emekleyerek gitti. Yerde eski püskü bir döşekte cansız yatan annesinin göğsündeki düğmeleri küçücük elleriyle açmış ve annesinin memesini ağzına alarak emmiş emmiş karnı doymuş oracıkta anasının göğsünde uyumuş kalmışdı.
Bu manzarayı görenler gözyaşlarını tutamamışlar. Gözyaşları sel olmuş akıyordu. Nasıl ağlamasın hangi ciğer dayanır böyle bir acıya. İsa annesinin cansız bedenini karşıdan seyrediyor onu uyuyor zannediyordu. Dedesinin, ebesinin diğer büyüklerinin ağlamalarına bir mana veremiyordu. Çünkü Fatih daha bir yaşında kendisi ise ikibuçuk yaşındaydı.
Yıllar geçmiş baba Ahmet yeniden evlenmişti. Öksüzler dedeleri Hüseyin’in yanında kalıyorlardı. Kardeşlerden büyüğü İsa, dedesinin sığır sürülerine çobanlık yapıyordu. Küçüğü de abisinin yamaklığını yapıyordu. Öksüzler yakınları tarafından çok itilip kakılmış ağza alınmayacak hakaretlere maruz kalmışlar aç ve açıkta geçen yıllara meydan okuyarak acımasız hayatta kalmak için gayret göstermişlerdi. Baba ilgisiz akrabalar ilgisizdi. İyiki başlarında Hüseyin dedeleri vardı. O da olmasa halleri nice olurdu.
Doğdular ağladılar. Annelerini kaybettiler ağladılar. Tozda toprakta oynadılar. Aç kaldılar açıkta kaldılar. Hasta oldular. Acımazsız hayatın dikenli yollarında yalın ayak başı kabak yürüdüler. Bu acımasız yalan dünyaya meydan okudular. Üstü başı yırtık pırtık bir entari bir hırka her tarafı yamalı. Şeker yoktu. Çokomel yoktu. Çipsi yoktu. Kola yoktu hayatında bunların neler olduğunu bilmiyordu hiç. Hele uzaktan kumandalı araba, ağlayan bebek, bilgisayar, cep telefonu neydi ki onunla ne yapılırdı. Bilmiyordu hiç bisikletleri olmamıştı. Onların oyuncağı tekerleği çam kabuğundan arabalar, çelip çomaktı. Hepsinden önemli sıcacık anne kucağını hiç mi hiç bilmiyorlardı. Emine ebesi, okula giderken ceplerine patlamış mısır veya erik, elma, hoşafı koyardı.
Anneleri onları ellerinden tutup gezdirmemişti. Bayram sabahları annelerinin ellerini öpememişlerdi. Canları acıdığında sığınacakları bir anne kucağı yoktu. Korktuklarında başlarını koyacakları ana kucağı yoktu…. Hep horlanmış, hep dışlanmış, yetim ve öksüz bu dünyada koca bir ömür “ana” hasretiyle yanıp tutuşarak hep onu arayarak geçmişti.
Ensesine tokat yesede, kıçına tekme yesede, yüzüne şamar yesede yine de “sol yanları ağrıyordu” .
İsa zorda olsa ilkokulu bitirmişti. Ama hala nüfus cüzdanı yoktu kardeşi Fatih’inde yoktu. O yıllarda hükümet nüfus cüzdanı olmayanlara bir af çıkarmıştı. İlçeden bir nüfus memuru gelmişti kasabaya. İsa nüfus memurunun yanına giderek kendisini ve kardeşi Fatihi nüfusa kaydettirmiş ve nüfus cüzdanlarını almışlardı. Fatih gidip ilkokuldan diplomasını da alarak evde emin bir yere saklamıştı.
İsa köyde kalarak bu hayatın böyle devam etmeyeceğine kara vermişti. Bir fırsatını bulup köyden kaçacaktı. Kaçıp okumak istiyordu. Nihayet kararını verdi dayısından kendisine ait anadan kalma biraz parayı alarak bir akşam göl kıyısındaki motora ( motorlu kayık ) bindi ve doğru Beyşehir’e vardı. Oradan ertesi gün Konya’ya gitti. Uzun uğraşlardan sonra yatılı okul buldu kendine. Acılarla, hastalıklarla, acımasız dünya ve acımasız, duyarsız akrabalara rağmen memur oldu yine çileli bir hayat devam etti gitti…
Fatih de köyden kaçıp büyük şehirlerde iş, aş arayıp bulmak, çalışmak veya okumak istiyordu.O da denedi ama abisi İsa kadar şanslı değildi gölün kenarında dedesi tarafından yakalanıp köye geri getirilmişti….Yıllar sonra o da bir devlet memuru oldu …
Şimdi her ikiside memurluktan tekaüd (emekli) , yaşları da epey olmuş. Çoluk çocuk torun sahibi yaşlı birer dede olmuşlar. Yaradan’larına şükredenlerden olabilmek için uğraş veriyorlar. Şu fani dünyada giderayak heybesini dolduranlardan olabilme amacıyla karınca kararınca bir şeyler yapma gayreti içindeler. Çünkü zamanın behrinde “ bulacakları en büyük nimetin, azıklarında yufka ekmeğe katık ettikleri somun ekmeği”ni hiç mi hiç unutmuyorlar.
Ananın değerini, çocuklarına, torunlarına anlatarak onun yani ananın hayatta iken kıymetini bilmelerini öğütlüyor, bir şeyin elde iken kıymetini bilmelerini yoksa elden çıktıktan sonra hayıflanmanın hiç fayda etmiyeceğini anlatıyor, anlatıyor...

02.01.2008
Rahmi ALTINSOY
Isparta

Adam Gibi Politika Adam Gibi Siyasetçi

Güzel Yurdumda seçim mevsimi başladı. Her taraf rengârenk parti bayrakları, aday resimleri, her tarafta mitingler, konuşmalar, araç konvoyları, iftiralar, vaatler diz boyu gırla gidiyor.
Çamur at izi kalsın kabilinden sözler, iftiralar.Tencere dibin kara, seninki benden kara.. Seçmene ulufe dağıtır gibi bol keseden vaatler… İyi de nereye kadar. Seçmeni angutmu zannediyorlar acaba bunlar?
Siyasetçilerin şunu iyice kafalarına nakşetmeleri beyinlerine kazımaları gerekir. Artık laf devri çoktaaaan geçti icraat devri başladı beyler. Lafla peynir gemisi yüzdürmeler milattan önceydi. Lafla peynir gemisi yürümüyor artık. Onlar ancak çizgi filmlerde oluyor. Tom ve Jery peynirden yaptıkları gemileri hem yüzdürüyorlar hem de acıktıklarında yiyerek karınlarını doyuruyorlar. Gerçek hayatta ise lafla peynir gemisi yüzmüyor ve ayrıca laf karın doyurmuyor sevgili politikacılar.
Oldukları gibi görünenler veyahut göründükleri gibi olanlar, Sözde değil, özde olanlar geçerli akçe artık. “Ayinesi iştir lafa bakılmaz”dır. Hal böyle olunca laf ebesi siyasetçilerimizin bu sözü duymaması olanaksız. Bol keseden vaatler yerine, aklı başında bir şeyler söyleseler Kaf dağındaki zümrütü ankayı vaat etmeseler.
Önceden, yemediği nane kalmamışların ya da yandaşlarının kırdıkları yumurtaları unutup ta şimdi sütten çıkmış ak kaşık gibi kendilerini halka lanse etmeleri var ya insanı çıldırtmaya yetip artıyor.
Hal böyle olunca işlerin yolunda gitmesi biraz zor görünüyor yalama olmuş somunları hala sıkıştıracağız diye uğraşıp duruyoruz…
Acaba diyorum .. acaba !.. “ Yapacağı işleri veya yapılan işleri sorgulayan, gerektiğinde kral çıplak diyebilen, hakkını arayan, doğruları arayıp, doğru bildiğini yapan, çıkarı uğruna kapıkulu olmayı değil, adam gibi bir adam olmayı yeğlerim. ” diyen, diyebilen kaç kişi var, kaç politikacı var bu güzelim vatanda.
Bilmeyenler, bilmediklerini, bir bilseler, işte o zaman, işte o zaman bu cennet vatanı tutabilene aşk olsun…
Birde memleketim insanları içinde, yaptığı görevin haricinde her konuda ahkâm kesen ama yapması gerekeni yapmayan, kendisine tevdi edilmiş vazifeyi savsaklayan insanlara ve de Üzerine vazife olanı değil üzerine vazife olmayanı yapanlara ne demeli?
“Kendin yaparsan âlâ, başkası yaparsa tu kaka.” Böyle bir anlayışla nereye kadar. Aka kara, karaya ak demekle kimi kandırdıklarını zannediyorlar acaba? Başkalarını kandırıyorum diyenler aslında kendilerini kandırdıkları hiç hesap ediyorlar mı?
Ayağına gelmiş fırsatı tepen, sonra da kendinden sonrakine hesap soranlar hâlâ konuşuyorlarsa. Oynayamayan gelinin “yerim dar” bahanesinde olduğu gibi, beceriksizliklerinin sorumlusu olarak halkı gösteren siyasiler hâlâ teveccüh görüyorsa. Ne demeli.
Sevgili siyasiler, Lütfen doğruları söyleyin.Doğruyu söylersem dokuz köyden kovarlar falan demeyin.Niye kovacaklarmış “yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış” kabilinden, köylüyü “sürüme kurt geldi” diye aldatan çoban misali sözlerini ölçüp tartamadan sonunun nereye varacağını hesap etmeden işe kalkışırsan işte o zaman dokuz değil ondokuz köyden kovarlar..
Keser döner sap döner, gün gelir devran döner. Bugün başkasına gerekli olan, gün gelir sanada lâzım olur “men dakka duka” çalma kapımı, çalarlar kapını misali.

Lütfen !..
Baylar, bayanlar !
Sevgili siyasiler, sevgili idareciler,
Yurdumun Güzel İnsanları,
Nokta kadar menfaat için virgül kadar eğilmeyin,
Halka kulak verin,
Halktan korkmayın,
Halkı korkutmayın,
Halkın “kutsallarına” saygı duyun, aşağılamayın,
Halkın “değerleriyle” alay etmeyin.
Halkı dert sahibi eden değil, derman veren el olun,
Halka problem olmayın
Halkın problemlerini çözen olun,
Halkı kandırmayın
Yoksa kaybeden siz olursunuz.
Lütfen !..

Rahmi ALTINSOY
17.07.20007
ISPARTA

 

SUÇ VE CEZA

Bazen düşünüyorum da dünyada ceza var da acaba mükafat yokmu diye. Siyah-beyaz, aç-tok veya özgür-tutsak zıtlıkları ile dolu bir dünya.Acaba zıtlıklarla dolu bu dünyada kaç kişi huzurlu ve mutlu? Haksız olduğu halde güc bende iktidar da bendedir hak da benimdir diyenler ne kadar mutlu ve huzurlu.Timsah gözyaşları dökerek karayı aka, haksızlığı hakka dönüştürebilen yaratıklar ne kadar mutlu ve huzurlu?
Bildiklerini belirli bir süzgeçten geçirmeden ulu orta yayınlayan, söyleyenler bildiklerini, üstatlarına işin erbabına danışmayan ben bilirimciler ile diğer tarafta ise doğru bildiklerini işin ehline müracaat ederek perçinleyenler.
Çocukluğumdan beri ailemden aldığım öğütlerde , eğitim kurumlarındaki öğretilerde hatta camilerde ki din adamlarımızın söylemlerinde müteaddit kereler eylemlerimizin genelde suç, sonucunun da muhakkak ceza olacağı defalarca söylenegelmiş bir gerçek değil mi ?
Böyle ortamda böyle bir eğitim sisteminde yetişip te yeter artık benim her yaptığım suç her yaptığım hata. Peki bizi bu şekilde yetiştirenlerin hiç mi suç yok.Veya İnsan eğitiminde suç ve cezadan başka bir şey yok mu. Mesela güzel söz yılanı deliğinden çıkarırılar derler.Mesela sözlüklerde iyiliklerin karşılığı olarak ödül de vardır.Plağın birde arka yüzü vardır.
İnsan eğitiminde ödül mü öndedir , ceza mı ? Bunu birileri muhakkak sorgulamıştır. Ama bu sorgular ve yazılanlar hep tozlu raflarda mı kalmıştır.Acaba ne zaman yazılanlar veya söylenenler eyleme dönüşüp de insanoğlunun iyiliğine yardımcı olacak. Bence artık beklemenin veya birinin bunu yapmasını ummanın zamanı gelip geçmiştir bile.
İyilikleri öncelikle ödüllendirsek, arasıra yapılan süreklilik arz etmeyen küçük hataları da görmezlikten gelsek acaba yanlış mı yapmış oluruz.Önceliği suça ve cezaya verenler ne kazandı. Bundan sonrasında iyilikler ve ödüller önceliğine baksak ne kazanırızı sorgulasak ve sonuçlarını eyleme döksek kazancımız ne olur diye hiç düşündük mü ?
Ne zaman ki toplumun değişik kesimlerinde çalışanla, üreteni, liyakatli olanlarla, üçkağıtçı, sorumsuz beceriliksiz, hokkabaz yağcı kimseleri ayırt etmez, yaşın yanında kuru misali ak ile karayı demir ile altını aynı değer ölçüleriyle tartarsak sonuçta hilkat garibesi bir toplum olur çıkarız.
Hiç ayar tutmayan makineler ve zıvanası bozulmuş yalama somunlar gibi bir türlü sıkışmaz işlevini yerine getiremez bir metal parçasına dönüşüverir de haberimiz olmaz içinde bulunduğumuz toplum.
Sonuç olarak çalışan ile çalışmayanı işinin ehli ile beceriksizi aynı kefeye koyarak ne olursa olsun cezada veya ödülde kötüyü ve iyiyi tümden ödüllendirirsek “kendim ettim kendim buldum” türküsünü okuya okuya mutsuzluk deryasına tepetaklak gideriz.
Liyakatli, işini benimseyen, işinin ehli olana ödül ; sorumsuz, beceriksiz ve soytarılara da ceza verildiğinde toplumumuzda işler balans ayarı yapılmış teker gibi hedefe dosdoğru gider yalpalamaz.
Velhasıl iyiye ödül, kötüye ceza verildiğinde veya verilebildiğinde “Adalet Mülkün Temeli ” olduğunda çoğu sorun kendiliğinden ortadan kalkmış toplum huzur ve sükuna ermiş olacaktır.

 

14.06.2006
Rahmi ALTINSOY
Isparta

Bu Web Sitesi En İyi 1024x768 Ekran Çözünürlüğü ve Gerçek Renkte Görüntülenebilir.
Webmaster: N.Yaşar Akgül

Web hosting by Somee.com