MINDIRAS ADASI *
(İki çağın bilimkurgusal ve fantastik öyküsü)
E-Mail : husnuyilmazz@mynet.com
Binikiyüzlü yılların ortaları.. Bir ilkbahar sabahı.. Sultan Alaaddin Keykubat yazlık sarayında Büyük Divan'ı toplamış, emir ve danışmanlarıyla devlet işlerini ve halkın sorunlarını görüşüyordu. Son sözü hep o söylüyor, divan kâtibi de emirlerini kaydediyordu. Beyşehir Gölü'nün sularının ışıltılarıyla okşanan bu saray dillere destan Kubadabat Sarayı idi.. Sarayın yapılış öyküsü şöyleydi: Alaaddin Keykubat Kayseri seferi dönüşünde başkent Konya'da kaldıktan sonra batı illerine uzandı. Bir süre sonra Süleyman Peygamberinki gibi, rüzgârla yarışan, mesafeleri yutan asil bir at üzerinde, kalabalık maiyetiyle birlikte Beyşehir Gölü'nün batısında uzanan Eğrinas'a (Yenişar) geldi. Her yeri cennetten bir parça gibi olan, yeşil ve firuze renklerin kaynaştığı, lalelerin adeta kandamlası gibi göründüğü bu diyar onu büyülemişti. Pınarların her yerinden su yerine sanki gül suyu fışkırıyordu. Havası mis kokulu, zemini nakışlı, ağaçları cıvıltılı kuşlarla dolu idi. Gül bahçeleri alabildiğine uzanıyordu. Çin ipekleri gibi dalgalı Göl'ün içine envai çeşit ağaçlarla kaplanmış adalar serpiştirilmişti. Eğrinas vadisinde bu Göl'e doğru akan bir pınar vardı ki suyundan içen hastaları iyileştirir, ihtiyarları gençleştirirdi. Sultan bunları gördükten sonra baş mimarına burada Sedeyr ve Havernak saraylarını geride bırakacak bir saray yapılmasını emretti. Bunun için sarayın yerini belirledi ve planlarını bizzat kendisi çizdi. Baş mimar, latif ve gönül okşayıcı şekillerle yuvarlak kemerler üzerinde kubbeleri yükselen, döşemeleri lacivert ve duvarları firuze çinilerle bezenmiş, temaşası cana can katan bir saray inşasına başladı. Latif, bakire kızların ruhlarından daha ziynetli, bir güvercin kanadı gibi iki tarafa açılmış bu mükemmel sarayı kısa zamanda bitirdi. Alaaddin Keykubat Yenişar'a sadece bir yazlık saray yaptırmakla kalmadı. Çevresine cami, kervansaray, aşevi, hamam, şifahane, kütüphane ve medreseden oluşan büyük bir külliye inşa ettirdi. Çok yakınındaki Hoyran, Şarköy, Kurucuova, Bademli, Muma, Yenice ve Kürtler halkı bu olanaklardan bol bol yararlandılar. Daha sonra Sultanın ilim, fen ve zanaat adamları Yenişar vadisini sulama kanallarıyla donatarak tarımı geliştirdiler. Ağaçlar aşılandı. Tohumlar ıslah edildi. Hayvancılık ilerledi. Yeni yollar yapıldı. Evler onarıldı. Yeni kayıklar inşa edilerek Göl'de balıkçılık yaygınlaştırıldı. Ormanlarda kereste atölyeleri kuruldu. Malanda bölgesinde bulunan şifalı sular kaplıcalara dönüştürüldü. Ovada at çiftlikleri kuruldu ve burada yetiştirilen atların şöhreti ülkenin dört bir yanına yayıldı. Ticaret ve zanaat altın çağını yaşadı. Böylece Yenişar diyarı tüm ülkeye örnek gösterilir hale geldi. Memleketin her yerindeki insanlar cennet diye niteledikleri Yenişar’ı görmeden ölmemeleri için Tanrı’ya dua eder oldular. Sultan Alaaddin, Divan’da hazır olanlara kısa bir göz gezdirdi. << Benim söyleyeceklerim bu kadar. Bundan sonra konu serbesttir. Söyleyeceği olan söz alabilir.>> dedi. Kısa bir sessizlikten sonra Ziraat İşleri Emiri söz aldı: << Sultanım, Kubadabad’ın suyu gittikçe yetersiz kalmaktadır. Dedegül Dağı eteklerinde Pınargözü adlı bir su kaynağı vardır. Suyuna parmağınızı sokamazsınız o kadar soğuktur, içmeye doyamazsınız o kadar lezzetlidir. Gürül gürül akan bu suyu kiremit borular döşeyerek saraya getirelim. Ferman buyurursanız hemen işe girişeceğiz.>> << Uygundur Adil Mesud>> diye onayladı Sultan. Sözü edilen pınarın bulunduğu Dedegül Dağı’nın arkasında tüm haşmetiyle Anamas Dağı yükselir. Anamas Dağı; başı karlı, göğsü dumanlı, etekleri ormanlı haşmetli bir dağdır. Akbaşı, yalçın yüzü ve mor gövdesiyle Yenişar’ı kucaklayan bu dağ; ağaçları, hayvanları ve sularıyla yörenin bereket kaynağıdır. Güneş batarken gölgesi Göl’e ve Kubadabad’a düşer; gurub vakti dağın arkasından fışkıran kızıl ışıklar Viranşehir (Beyşehir)’den seyredenleri büyüler. Divan’da memleket sorunları enine boyuna konuşulduktan sonra Sultan Alaaddin gözlerini Hüsrev Çelebi’ye çevirdi: Hüsrev Çelebi tarihçi, eğitimci ve filozof idi. Her şeyi etraflıca düşünen, acele karar vermeyen, insanları tahlil eden ve hikmetli sözler söyleyen bilge bir kişiydi. Bir an düşünüp, tane tane konuştu: << Sultanım, zatıâlinizle birlikte ‘‘Halka hizmet, Hakka hizmettir’’ düsturuyla canla başla çalışmaktayız. Gayretli tebaanız, rehberliğinizde ziraat, ticaret ve zanaatta büyük mesafeler kat etmiştir. Refah seviyelerinin yükselmesinde devletimizin yanında vakıflarımız da önemli katkılar sağlamaktadır. Medreselerimiz ve kütüphanelerimiz yoluyla ilim irfan yayılmaktadır. Sağlık için yeni yeni şifahaneler açılmaktadır. Halkımız tabiat ve insan sevgisiyle yoğrulmuştur. Kuşlar için bile vakıf kurulmuştur. İnsanlarımızı her daim gözlüyorum.. Bana göre onlar mutlu ve huzurludurlar. Tek endişeleri bu mutlu ve huzurlu ortamın bozulmasıdır. Onları korkutan ülkemize doğru yaklaşmakta olan Moğol istilasıdır. Başkaca bir sıkıntıları yoktur.>> Sultan Keykubat, Hüsrev'in çizdiği tablodan gurur duydu. Ancak son cümleleri yüzündeki memnuniyeti bir anda sildi. Gerçekten de Moğol belası batıya doğru ilerlemekteydi. Bu çapulcu canavarlar istila ettikleri her yeri yakıp yıkmakta, yerli halkı kılıçtan geçirmekteydi. Tehlike büyüktü. Sultan başını salladı: << Elbette bu tehlike var. Bu nedenle bütün kentlerimizin etrafındaki surlar onarılmakta, olmayanların etrafı surlarla çevrilmektedir. Ayrıca komşu devletlerle bu tehlikeye karşı daha güçlü olmak için anlaşmalar yapılacaktır. İnşallah istilacılar topraklarımıza kadar ulaşamazlar.>> Bu sözlerden sonra Divan'ın sona erdiği işareti geldi. Büyük Sultan Alaaddin Keykubat, Gıyaseddin Keyhüsrev'in küçük oğlu idi. Babasının ölümünden sonra ağabeyi İzzeddin Keykavus ile saltanat kavgasına girişti ve bir süre sonra Selçuklu tahtına oturdu. Bu büyük Sultan; kavmini parlak lambası, hanedanın nadide mücevheri, dinin yücelticisi, adaletin simgesi, kutlu ülkenin tek hâkimi, halkının esirgeyicisi ve onların sevgilisiydi. O; bilim, sanat ve edebiyat adamlarını yüzyılların yoksulluk vadisinden, susuzluk çöllerinden çıkarıp, yüzlerini dünyayı aydınlatan güneş gibi ağartmıştı. Devletin hazinesi konusunda çok titiz davranır her gün hazineye gireni çıkanı sorardı.
Halkına cömertliğinin sınırı yoktu. Onlar da sevgili Sultanlarına sonsuz bir
hayranlıkla bağlıydılar. Sultanın ahlakından yayılan binbir çeşit kokuyu,
saba rüzgârı alıp, dünyanın her köşesine ulaştırırdı. Çok merhametliydi.
Haydutlar bir kim senin malına veya canına kasdetse büyük kedere düşerdi.
Tarih okur, müzik dinler, şiir söylerdi. Deha ve fazilette tekti. Onun
sevgisi ve korkusu insanların kalplerine kazınmıştı. Adının anılması kötülük
ateşinin sönmesine neden olurdu. Keramet sahibi ve olağanüstü yetenekleri
olan kutlu bir hakandı. İzzeddin sarayda kalmıştı. Atlılar ağaçlı bir yerde saldırıya uğradılar. Koruyucular haydutlarca öldürüldü. Mucize eseri bindiği at Alaaddin'i sağ salim saraya geri getirdi. Ancak kardeşi Sadeddin'in o günden sonra ne ölüsüne ne de dirisine rastlayan olmadı. Küçük Şehzade'nin kayıbı, Sultan babası ve ülkeyi yasa boğdu. Uzun yıllar Sadeddin ile ilgili efsaneler anlatılır oldu. Çoğu kişi onu rüyasında görüyordu. Bazen de onun bir yerlerde büyümüş olarak görüldüğü haberleri geliyordu. Ama hiçbirinin aslı çıkmadı. Sultan Babası Gıyaseddin Keyhüsrev, evladının yaşadığı inancını asla kaybetmedi. Ölene kadar da öyle kaldı. Alaaddin Keykubat, beş yaşında başlarına gelen bu olayı hayal meyal hatırlamaktadır. O da kardeşi Sadeddin'i sık sık rüyasında görmekteydi. Bu rüya olayı, ilk kez büyük kardeşi İzzeddin tarafından Malatya'daki Menşar Kalesi'ne hapsedildiğinde başına geldi. O gece rüyasında kendisine tıpatıp benzeyen Sadeddin'in gülen yüzüyle karşılaşmıştı. Kardeşi kendisine çok anlamlı bakıyor, adeta ölmediğini anlatmaya çalışıyordu. Alaaddin o tarihten sonra ikilem dolu bir yaşam içine girdi. Ruhunun derinliklerinde bir şeyler kaynaşıyordu. Zaman zaman bulanık hayaller dünyasında dolaşıyor ve bütün bunlar onu derin derin düşündürüyordu. Bazen uyurken, bazen uyanıkken kafasında ışıklar yanıp sönüyor, her ışığın yanışında kardeşinin yüzü ve onun yaşantısıyla ilgili parça parça olaylar gözünde canlanıyor ve sonra adeta ışığın sönüşü gibi kayboluyordu. Kendi kendine ''Ben kimim?'' diye sormaya başladı. Acaba çift kişilikli mi idi? Bazı filozofların ve ruhiyatçıların kitaplarında, çift kişiliklerin birbirinden tamamen farklı ve bağımsız iki veya daha fazla hayat yaşamakta oluğunu ve birinden diğerine geçerken kendisini hiç bilmediği ve alışamadığı bir yeni durumda bulduğunu okumuştu. Devletin başına geçtikten sonra bu sırrı çözmek amacıyla ilmi araştırmaların yanında, büyücü ve falcılarla da temasa geçmişti. Böyle bir arayış içine girdiği sırada karşısına bir kadın çıktı. Bu, Kahine Bibi idi.. Onun hayat hikayesi, bilgisi, felsefi görüşleri ve gizemli konuşmalarından etkilendi. Kafasındaki sorulara cevap bulur umuduyla hizmetine aldı. Göl'deki Mındıras Adası'na yerleştirdi. Mındıras Adası, Beyşehir Gölü'nün batısında, Kubadabad Sarayı'na yakın yemyeşil büyük bir adadır. Etrafında birkaç küçük ada daha vardır. Adada yer yer kayalıklar göze çarpar. Çeşitli kuş sürüleri adanın semalarında bir o tarafa, bir bu tarafa bulut gibi uçuşur durur. Burası kara kartalların hâkimiyet kurduğu bir yerdir. Yüksek ağaçların tepelerinde ve kayaların doruklarında sürekli çevreyi gözetlerler. Ada bahar mevsiminde badem ağaçlarının çiçek açmasıyla bembeyaz kesilir. Ayrıca ardıç, meşe ve muşmula ağaçları da vardır.
Bu ada hakkında kötü efsaneler türetildiğinden Yenişar halkınca makbul bir yer olarak görülmez. Sadece Kâhin Bibi’ye fal baktırmak için gelen insanlar olur. Onlar da işini gördükten sonra beklemeden adadan ayrılırlar. Bizanslılar Gorgorum adını verdikleri Yenişar yöresini egemenlikleri altında tutarken, suçluları adadaki zindanlarda cezalandırdıkları söylenir. Bunun doğru olabileceği büyük kayalığın arkasındaki mağaralardan anlaşılmaktadır. Burası daha sonra haydutların ve kaçakların mekânı olmuştur. Adanın kuzeyinde geniş ve dibi görünmeyen bir çukur vardır. Bu çukurun yakınındaki kayalara ‘‘yalvaran kayalar’’ adı verilmiştir. Kaya uzaktan bakıldığında kollarını kaldırmış Tanrı’ya yalvaran bir genç kız figürünü andırır. Öyküsü şöyledir: Haydutlar Kubadabad yakınında yer alan Hoyran köyünün en güzel kızını kaçırarak bu adaya getirmişler. Genç kıza tecavüz ettikten sonra derin çukura atıp öldürmek istemişler. Genç kız kendini kurtarmak için kollarını kaldırarak Tanrı’ya dua ederken taşa dönüşmüş. Bu nedenle o kayalar ‘‘yalvaran kayalar’’ olarak anılır olmuş. Mındıras Adası’nda sadece Müneccim Bibi yaşamaktadır. Evi büyük kayalığın dibinde gizemli bir yapıdır. Bu kadın müneccim Suriye’nin Şam kentinden kocasıyla birlikte gelmiş ve Sultanın hizmetine girmiştir. Bir savaşın zaferle sonuçlanacağını önceden bildiği için Sultan Keykubat’ın takdirini kazanmıştır. Kehanetlerini sihirli aynasına bakarak yapar. Bu ayna, bir zamanların efsanevi İran padişahı Cemşid’in aradığı ‘‘dünyayı gösteren ayna’’olup, Bibi’ye dedelerinden intikal etmiştir. Kâhine Bibi, Sultan Keykubat’ı adaya her gelişinde iskelede karşılardı. Ama bu defa böyle olmadı. Sultan adaya varıp kayıktan indiğinde etrafta kimsecikler yoktu. Yanındaki muhafızlar ona refakat etmeye hazırlanırken, <> dedi. Yalnız olarak, merak içinde bacasından dumanlar tüten falcının evine yöneldi. Dar yolu yürüyerek evin önüne geldiğinde diye seslendi, Daha fazla beklemeyip kapıya yaklaştı ve eliyle itti. Yavaşça içeri süzüldü. Bibi’yi alevler saçan ateşin karşısında gördü. Garip jestler yapıyor, anlaşılmaz sözle söylüyordu. Yüzü renkten renge giriyor, gözleri adeta alev alev yanıyordu. Önündeki yuvarlak ayna üzerinde bir takım şekiller, gölgeler, hayaller uçuşuyor, dalgalanıyordu. Sultan, Bibi’ye doğru birkaç adım attı. Onun varlığını fark eden falcı başını çevirdi ve eliyle Sultan’a ‘‘bekleyin!’’ işareti yaptı. Sonra döndü ve sihirli aynayı, üzerinde yıldız haritası olan atlas şal ile örttü. Ayağa kalktı. Sultanın önünde saygıyla eğildi: << Hoş geldiniz, şeref verdiniz efendimiz. Sizi karşılayamadığım için affınızı diliyorum. >> Sultan elini Kahinenin omzuna koydu: << Ne oldu Bibi?Herhalde önemli bir şey var.. >> << Evet Sultanım..Ben de sizi davet edecektim zaten.. >> << Çok merak ettim. Sabırsızlanıyorum. Hemen anlat olup biteni. >> << Efendimiz önce bazı şeyleri konuşmamız gerek. >> << Konuşalım öyleyse. >> Bibi Sultan ı bir iskemleye buyur etti. Kendisi de karşısına oturdu ve söze başladı: << Aziz Devletlim, siz ikiz olduğunuz ve haziran ayı başında doğduğunuz için “İkizler Burcu”ndansınız. Güneş ve Zühal, varolan sorunlarınızı sırdaşınız kişilerle birlikte çözeceğinizi gösteriyor. “Balık Burcu”nda ilerleyen Zöhre, uzun yolculuklarınızda önemli fırsatlar elde edeceğinize işaret ediyor. İletişim yıldızı Utarid, Kova’ya geçtiğinizde sizin gelecekle ilgili bağlantılarınız yoğunlaşmakta ve kardeşinizle ilgili hayaller görmeniz de artmaktadır. Bir süredir Utarid, Kova’ya geçmiş durumda.>> << Benim sorunumun gelecekle değil, geçmişle ilgili olduğunu sanıyordum. >> << Sultanım, bir süredir yaptığım araştırmalar sırasında bazı ipuçları elde ettim. Bu ipuçları hep geleceğe yönelik..Şimdiki zamanla değil,gelecek zaman veya devirlerle ilgili.. Bence "ilerdeki zaman", "şimdiki zaman ile yer değiştiriyor. Bu da demektir ki ruhunuz çok ilerdeki bir zaman dönemi ile bağlantıya geçiyor.Yıldızlar yalan söylemez.. >> << Hangi zamanla? >> << Kardeşinizin yaşadığı zamanla. >> << Kardeşim kaç yıl yaşamış ki? Zaten yaşadığına dair bir işarete de rastlanmadı bugüne kadar.>> << Efendimiz lütfen sabırlı olunuz. Kardeşiniz Sadeddin'i sık sık hayallerinizde görüyorsunuz değil mi? >> << Doğrudur. Daha da ilerisi, birbirimize çok benzediğimiz için bazen onunla kendimi karıştırıyorum. Ben çift kişilikli miyim? Felsefe ve ruhiyat kitaplarında böyle kişilikler olduğu yazılı. >> "Sultanım, insan ruhu sırlarla, mucizelerle yoğrulmuştur. Bu dünyada her şey mümkündür. Sizin olağanüstü bir yapıya sahip olduğunuzu görüyorum. Hep merak edip araştırıyorsunuz. Kafanızdaki sorulara cevap arıyorsunuz. Size yardımcı olmam için beni hizmetinize aldınız. Eğer olaylara olumlu yaklaşırsanız sonuç inşallah hem siz, hem de halkınız için hayırlı olacaktır." "Sözü daha fazla uzatma Bibi.. Neler öğrendin? Ayna ne gösterdi? Sabırsızlanıyorum, kaldır üstündeki örtüyü.. Ne varsa ben de görmek istiyorum." Her ikisi de ''dünyayı gösteren'' aynanın başına geçtiler. Bibi kollarını ileri uzatarak kendine özgü sözler mırıldanmaya başladı. Elleriyle garip hareketler yaptıktan sonra sihirli aynanın üzerindeki örtüyü birkaç kez sıvazladı ve Sultan'seslendi: "Efendimiz, gözlerinizi atlas örtüye sabitleyiniz ve zihninizi kardeşinizin hatırladığınız çehresine yoğunlaştırınız." Sultan Keykubad denileni yaptı. "Şimdi şu sözleri tekrarlayın: Sihirli ayna! Sihirli ayna! Kaldır gözümdeki perdeyi! Göreyim geleceği!" Sultan yüksek sesle aynı sözleri tekrarladı. Atlas örtünün altındaki küresel aynada bazı hareketlenmeler oldu. Bibi uzandı ve aynanın üzerindeki mavi atlas örtüyü hızla tutup çekti. Sultan'a seslendi: "Bakınız efendimiz, ne görüyorsunuz?" Sihirli ayna ''ileriye'' dönüşünü durdurdu. Üzerindeki buğulu hayaletler netleşti. Bir insan yüzü belirdi. Sultan mırıldandı. "Kendimi görüyorum burada." "Hayır" dedi Kâhine Bibi, "gördüğünüz ikiz kardeşiniz." "Sadeddin mi? Ama nasıl olabilir? Büyü mü yaptın yoksa?" "Asla büyü değil. Onu yaşarken görüyorsunuz; şu anda değil, ileri bir zamanda." "Yani kaç yıl sonra?" "Her biriniz diğerinize göre başka bir zaman dilimindesiniz. İki dönem arasında sekiz asırdan daha fazla bir fark var. Kardeşiniz Sadeddin hayatını yirmibirinci asırda sürdürüyor. Şimdiki zaman boyutunda her ikinizde yaşıyorsunuz. Nitekim o, şimdi karşınızda.. Gerçek olan da bu.. Anlattıklarım safsata değil, büyü hiç değil. Dünyadaki yaşam sürecinde sizinki de, benimki de, onunki de tartışılmaz bir gerçekliktir. Zaman geçer ama gerçeklik kalıcıdır. Dünyada, hatta evrendeki hayat kıyamete kadar sürecek. Dünyanın ve evrenin yaratılışı ve yok oluşu arasındaki tüm evreler tanrı tarafından bir bütün olarak yaratılmış ve aynen muhafaza edilmektedir. Biz insanlar bu evreleri değişik tarihler olarak idrak ediyoruz. Taş devri de, şu andaki devrimiz de, bin yıl sonraki devirler de hep vardır. Kaybolmayacaktır. Bizler bu bütünü duyumlarımızla kavrayamayız. Onu kavramak, yaratmak ve yok etmek Tanrı’ya mahsustur. Alaaddin Keykubat yaşlı kadını şaşkınlıkla dinliyordu. Bibi devam etti. “Bu, şuna benzer Sultanım: Gökyüzünde kayıp giden Kuyruklu Yıldız’ı düşünün. Kuyruğundaki yıldızlar ile başındaki yıldızlar arasında zaman ve mekân bakımından akıl almaz mesafeler vardır. Ama biz buradan gökyüzüne bakınca Kuyruklu Yıldız’ı bir bütün olarak görebiliyoruz. Tüm evrensel hayat süreci de var oluşundan yok oluşuna kadar bütünlüğüyle mevcuttur. Bizler bu bütünün belli bir noktasındayız ve sadece belli noktalarına ulaşabiliriz. Nasıl, anlatabiliyor muyum efendimiz?” Sultan Alaaddin tereddütle başını iki yana salladı. “Bibi, dediklerin belki kulağa hoş geliyor ama aklım karıştı.. Düşünmem gerek.. Anlattığın hayat sürecinin belli noktalarına nasıl ulaşılabiliyor? Bunu başarabildin mi? Geleceği görebilir miyiz? Asırlar sonra ne gibi olayların cereyan edeceğini bilebilir miyiz?” “Sultanım,biliriz demiyorum..Evrensel zaman sürecinde bir nokta yakalamak imkan dahilinde..Ben de bunu yaptım.” “Nasıl bir nokta bu?” “Kardeşinizin yaşadığı dönem noktası..” “ Şimdi ne olacak?” “ Kardeşinizle konuşacaksınız.” Sultan Keykubad ayna topuna baktı. Görüntü sabitleşmiş halde öylece duruyordu. “Nasıl yani, şimdi bu karşımdaki görüntü ile konuşacak mıyım?” “Evet, onunla her şeyi uzun uzadıya konuşacaksınız.” “Sekiz asır ötesinden bahsediyorsun değil mi?” “Evet Sultanım, aynen söylediğiniz gibi.” Alaaddin Keykubat hayret ve şaşkınlık içindeydi. Yüzü allak bullak olmuş, vücudu heyecandan titriyordu. Bu bir rüya mıydı? Yoksa falcı kadın kendisini kandırıyor muydu? Büyü mü yapmıştı? Bir an kendisinin aptal yerine konulduğu hissine kapıldı. Onu terslemek, hatta cezalandırmak geçti kafasından. Ama “Ya sabır!” çekti içinden, “Bakalım bu işin sonu nereye varacak?” Falcı Bibi, Sultanın kafasından geçenleri okumuştu. Eline uzandı. Saygıyla tutarak okşadı: “Büyük Sultan, ben size şimdiye kadar yalan söyledim mi? Şarlatanlık yaptım mı? Güveninizi sarstım mı? Sadece ve sadece doğru bildiklerimi söyledim. Size hep yol göstermeye, faydalı olmaya çalıştım..” Sultan başını sihirli topa çevirdi ve yutkundu: “Haydi bakalım Bibi, madem öyle söylüyorsun, konuştur beni kardeşimle.” “Baş üstüne efendimiz..” Bibi iki eliyle aynadaki görüntüyü birkaç kez sıvazladı ve kenara çekildi. “Buyurun konuşun lütfen.” “Ne diyeceğim?” “Önce kendinizi tanıtın, sonra ona ismi ile hitabedip bir şeyler söyleyin.” Yirmi birinci yüzyılın ortaları.. Konya’da bir yaz akşamı.. Profesör Sadeddin Kubat, üniversitede düzenlenen bilimsel konferansta konuşmacı olarak yer aldıktan sonra evine dönmüş istirahat ediyordu. Evde yalnızdı. Kanapeye uzanmış halde karşıdaki akvaryuma dalmıştı gözleri: Rengârenk balıklar, çeşit çeşit bitkiler, eski bir şato maketi, yukarıya doğru yükselen hava kabarcıkları.. Onları seyrederek hayallere dalar giderdi.. Bugün değişik duygular içindeydi.. Belki de yoğun geçen günün yorgunluğundandı.. Evinde canlı olarak bir tek köpeği “Dost” vardı. Gerçek bir dost idi o.. Her gün akşam sabırsızlıkla eve dönmesini beklerdi sahibinin.. Profesörün köklü bir geçmişi vardı. Tüm sülalesi Göller Yöresi’nin önde gelen aileleri arasında yer almış olup, zamanla zenginleşmişler ve ülkenin dört bir yanına dağılarak önemli idari roller üstlenmişlerdir. Profesör Kubat soyağacını çok iyi biliyordu. Ailesinin geçmişi Osmanlıları da aşıp, çok daha gerilere gidiyordu. O bundan büyük gurur duyuyor, çevresindekilere dedeleriyle ilgili kahramanlık öyküleri anlatıyordu. Küçüklüğü mutlu bir aile ortamında geçmişti. Ailenin tek çocuğu olarak her türlü imkânlara sahip olarak büyüdü. En iyi okullarda okudu. Elektronik mühendisi oldu. Daha sonra yurt dışında bilgisayar teknolojisi alanında ihtisas yaptı. Dönüp üniversitede öğretim üyesi ve profesör oldu. Bilimsel çalışmalarının yoğunluğu nedeniyle kendisine hiç zaman ayıramıyordu. Bir yuva kurma fırsatı da yakalayamadı. O da kendini tamamen mesle-ğine adadı. Ekonomik hiçbir kaygısı yoktu. Ailesinden kendisine büyük bir servet kalmıştı. Babasından dedelerinin öykülerini dinlemişti. Soyağacını incelediğinde, varlığını bu ağacın adeta köklerinde hissediyordu. Daha doğrusu içinden gelen bir ses, geçmişte tam bilemediği bir devirde daha yaşadığını fısıldıyordu. Çocukluğunu düşündüğünde şimdi değil, çok eski devirlerde yaşanmış bir dönem gözünün önünde belli belirsiz canlanıyordu. Ailenin tek çocuğu olduğu halde, anne ve babası hayatta iken, onlara ikiz kardeşinin başına ne geldiğini sorarak herkesi şaşkınlığa uğratmıştı. Atları çok severdi. Babası onu sık sık at yarışlarına götürürdü. Ayrıca, küçükken birileriyle ormanda at gezisine çıktıklarını hatırlıyor, ama ayrıntıları çıkartamıyordu. Belleğinde belli belirsiz hayaller dolaşıyordu. Bazen bir kralın prensi olarak doğduğu hissine kapılıyordu. Profesör Kubat son zamanlarda rahat bir uykunun hasreti içindeydi. Bunun nedeni gördüğü bir rüya idi. Uykusunun en derin olduğu bir anda, kendine çok benzeyen birisi rüyasına giriyor, ''Ben ikiz kardeşi Alaaddin!.. Çaba gösterirsen görüşürüz..'' diye sesleniyordu. Uykudan aniden uyanıyor, başı zonkluyor, adeta beyin hücreleri titreşiyordu. Sanki mesaj almış anten gibi hissediyordu kendini.. Sadeddin Kubat kafasından atamadığı bu rüyayı aydınlatmak için bir çalışma yapmayı planladı. Nitekim rüyasındaki kardeşi olduğunu söyleyen kişi ''çabalarsan'' demişti.. Evet, o da çabalayacaktı.. Belki saçmaydı buna niyetlenmek.. Yani kardeşiyle iletişime geçmek.. Olacak şey miydi.. Belki de olacak şeydi.. ''Neden olmasın?'' diye düşündü.''Keşif ve buluşlar tarihi deliliklerle dolu değil miydi?'' O artık hedefini belirlemişti: ''Beyinler arası iletişim!..'' Başka bir deyişle, bir beyinden yayılan dalgaların,başka bir beyin tarafından algılanması.. Daha da ilerisi; ''farklı zaman dilimlerinde yaşayan beyinlerin sinyallerini birbirlerine aktarabilmeleri..'' Belki de sinyal gönderen beynin yaşantılarının görüntülenebilmesi de mümkün olabilecekti.. Bu derin konu zor bir konu idi. Bilim henüz bu konularda fazla bir birikime sahip değildi. Beynin yapısı, işleyişi, yaydığı dalgalar, hafıza ve fonksiyonları yeterince aydınlanmış değildi. Bunları açıklamak için fizik, biyokimya, anatomi, fizyoloji ve psikoloji dallarının daha çok çalışmalar yapması gerekiyordu. Bu da yetmiyor; parapsikoloji, biyoenerji, astroloji, telepati gibi bilimin sıcak bakmadığı alanlara da başvurma ihtiyacı doğuyordu. Profesör Kubat hiçbir zaman yılmadı. Kendi branşı olan elektronik ve bilgisayarlar (çipler) konusunda her türlü bilgiye sahipti. Bütün maddi olanaklarını seferber ederek evinin bir odasını laboratuar haline dönüştürdü. Branşı dışında ihtiyaç duyduğu bilgileri, kitaplardan ve üniversitedeki öğretim üyesi arkadaşlarından toplamaya başladı. Her edindiği bilgi, ufkunu biraz daha genişletiyordu. Uzun süre yaptığı teorik ve pratik çalışmalardan sonra şu sonuca vardı: İnsan beyninin fonksiyonları karmaşık bir elektriksel süreçten başka bir şey değildi. Bu oluşumu, elktrodlar aracılığıyla beyin dışına taşımak mümkündü. Yani onun yaydığı dalgalar, ileri teknoloji sayesinde algılanıp, bir kağıt üzerine çizgiler şeklinde, bir ekrana da görüntüler halinde yansıtılabilirdi. Beyin fonksiyonel halde iken titreşim ve elektromanyetik oluşumlar sergilediğinden bunlar sese de dönüşebiliyorlardı. Profesör Sadeddin Kubat'ın araştırmalarından elde edilen sonuçlar bilimsel dergilerde yayınlandı. Bazı tezleri kabul edildi, bazıları şiddetle eleştirildi. Ama o hiçbir zaman yılmadı. Çalışmalarını ve yorumlarını hep bilimsel kavramlar üzerine oturtuyordu. Bir süre sonra sınırı aştı; rüya, reenkarnasyon ve telepati konularına daldı. Profesör Kubat sürekli evinin laboratuarında hayal kırıklığı, tereddüt, umut, başarı ve sevinç gibi türlü türlü duygular karmaşası içinde çalışmalarını sabırla sürdürüyordu. Ve bütün bu çabalar boşa gitmedi ve sonunda başarı geldi: Biyoteknolojik ve sibernetik temellere dayalı bir cihaz geliştirmişti. Bu cihaz; girdi birimi, yükselteç, osilatör, modilatör ve diğer mikro elektronik ünitelerden oluşan bir bilgisayar sistemiydi. Hedefe ulaşmak için her şey hazırdı. Hayatını değiştirecek o gün, yine laboratuarına kapanmıştı. Artık çalışmalarının meyvesini almanın zamanı gelmişti. Özel koltuğuna oturdu. Elektrodları ve kulaklığı başına yerleştirdi. Kardeşinin siber kopyasını ekranda görmesini sağlayacak gözlüğünü taktı. Bütün üniteler kablolarla ana bilgisayara bağlıydı. Koltuğunun sağ tarafında bulunan anahtarı ''haydi hayırlısı!'' diyerek (ON) konumuna getirdi. Sistem çalışmıştı. Gözündeki ekran aydınlandı ve beyin dalgaları geçmeye başladı. Mavi dalgalar değişik yönlere kayıyor, zigzaglar çiziyor ve iniş çıkışlar yapıyordu. Profesör gözlerini kapattı. Rüyasın gördüğü kardeşinin silüetini gözünün önüne getirdi. Telepatik trans haline geçti. Zaman boyutunda geçmiş dönemlere; daha da daha da geçmişlere uzandı. Yüzyılların sarıldığı gizemli makarayı bu defa geri sardı, sardı, sardı, sardı.. Derken zaman makarası birden durdu. Gözlerini açtı. Görüntü yavaş yavaş netleşti. Aynaya bakar gibi kendisini görüyordu. Ama bu sakal da neyin nesiydi.. Üstelik başında da garip bir başlık vardı. Gayri ihtiyari ellerini yüzü ve başı üzerinde gezdirdi. Resimde bir hareket yoktu. Birden karşısındaki yüzün gözlerini kırptığını fark etti. Heyecandan küçük dilini yutacaktı. O anda beynine gelen ses dalgaları yükselteç aracılığıyla kulağında yankılandı: “Benim! Kardeşin Alaaddin!.. Sultan Alaaddin Keykubat! Sadeddin beni duyuyor musun?” Evet, evet.. Bu ses taa Mındıras Adası’ndan çıkıp, Kubadabad’dan yankılar yapa yapa, yüzyılları aşa aşa, perdeleri aça aça, hasretleri yaka yaka gelen bir içten mesaj bir can haykırıştı.. Profesör Kubat “Başardım… Başardım!” diye haykırdı. İçi içine sığmıyordu. İşte nihayet kardeşi karşısındaydı. Üstelikte rüya değil, gerçekti bu.. Bir an duygulandı. Gözleri yaşardı. Kendini toparladı ve cevap verdi: “Seni duyuyorum kardeşim.. Ben de Sadeddin’im.. İnanılmazı gerçekleştirdik ve birbirimizle temas kurduk. Seni sevgi ve hasretle kucaklıyorum.” “Ben de aynı duygular içerisindeyim. Hangi zamandasın?” “Yirmi birinci yüzyıldayım. Uzay Çağı..” “İnanılmaz bir şey.. İnşallah hayal görmüyoruzdur.” “Bu bir hayal değil, bir gerçek.. Ben uzun yıllarımı bunu için harcadım. Sonunda seninle bağlantı kurmayı başardım. Bu insanlık tarihinin en büyük keşfi bence.. Artık zaman kavramı yeni bir boyut kazanmış durumda. Geçmiş ve geleceği, ‘‘şimdiki zaman’’ potasında erittik adeta..” “Umarım öyledir. Sen de sultan mısın?” “Hayır değilim. Üniversitede hocayım.” “Üniversite ne demek?” “Yani sizin devrin yüksek medresesi.” “Kutluyorum seni.. Ne güzel, ilim adamı olmuşsun. Ben, kardeşimiz İzzeddin’den sonra sultan oldum. Otuz yedi yaşımdayım.” “Alaaddin, ben elli yaşımda olduğuma göre senden büyüğüm.” “Ama sen benden sekiz asır sonra doğdun. Bu durumda benim senden büyük olmam gerekmiyor mu?” “İkimiz de kendi açımızdan haklıyız. Unutmayalım ki biz ikiziz. İkizler aynı yaşta olmaz mı?” “Bak bunu hiç düşünmemiştim. Çok haklısın. Bırakalım bu yaş meselesini de fırsatı değerlendirelim ve karşılıklı bilgi alışverişinde bulunalım. Önce öğrenmek istediğim şu: Benimle teması nasıl sağladın. Bana Kâhine Bibi yardımcı oldu. Seni sürekli rüyalarımda görüyordum. Beş yaşında iken kaybolan ikiz kardeşim olduğunu söylüyordun. Bunu kahineye anlattım. Sonra onun sihirli aynası vasıtasıyla seninle temas kurduk. Şu anda hayalin cam üzerinde parlıyor.” “Benim bağlantımı çok karmaşık bir cihaz sistemi sağlıyor.. Bunu sana anlatmam çok zor. Senin ulaşım yönteminse inanılmaz bir şey.. Sihirli ayna masallarda geçmiyor mu? Bu nasıl mümkün oldu? Bunu birisine söylesem bana deli der.” “Doğru söylüyorsun.. Başlangıçta ben de inanmadım.. Ama oldu işte.. Benim de senin cihazına aklım ermiyor. Siz ilim ve fende çok ileri olmalısınız. Kim bilir neler icat ettiniz. O konudaki bilgileri bize de verin ki, biz de faydalanalım. Bizim devrin icat ve keşifleri ise tarih kitaplarında vardır. Anlayacağın bizden size pek fayda yok.” “Sizin devirlere ilişkin bilgiler elbette tarih kitaplarında yazılı. Ama aradan sekiz asır geçmiş durumda. Bu nedenle çoğu konularda yeterli bilgi yok. Kitaplarda okuduğumuza göre senin döneminde halkın refah seviyesi çok yüksekmiş ve mutlu bir ortam varmış. Bundan biraz bahseder misin?” Alaaddin Keykubat ailesinden, devlet işlerinden, savaşlardan ve halkın yaşantısından uzun uzun söz etti. “Şimdi de sen anlat bakalım” dedi. “Neler oluyor sizin dünyanızda?” Profesör Kubat nereden başlayacağını kestiremedi. Yaşadığı devir, kardeşininkine göre o kadar karmaşık ki.. Zihnini toparladı ve söze başladı: “Sultan kardeşim, senin ve halkının mutlu olmasından büyük gurur duydum. Benim anlatacaklarımı anlamakta güçlük çekebilirsin. Şaşırabilir, hatta beni yalancılıkla suçlayabilirsin. İstersen hemen tepki verme, önce bir dinle.” “Tamam canım kardeşim, aynen dediğin gibi yapacağım.. Sen başla hele..” Sadeddin Kubat, önce yüzyılının en önemli buluşlarını sıralamaya başladı: “Sana şimdilik üç akıl almaz buluştan bahsedeceğim.. Birincisi şu: İnsanlar bir yerden bir yere atla, deveyle değil, demir ve çelikten yapılmış otomobil denilen araçlarla gidip geliyor.” “Çok ilginç.. O ağır araçları hayvanlar nasıl çekebiliyor?” “Hayvanlar çekmiyor, hepsinin motoru var.” “Motor mu? Oda ne?” “Şimdi sana bunu anlatmak çok zor. İyisi mi sadece dinle yeter.. İkincisi; insanlar gözle görünen bir bağlantı olmadan telefon denen cihazlarla ülkenin bir köşesinden diğer köşesiyle konuşma yapabiliyor..” Sultanın bir an canı sıkıldı. Başını kaldırıp Kâhine Bibi’ye baktı. Kuşkulu ve kısık bir sesle: “Ne diyor bu? Duydun değil mi? Söyledikleri düpedüz zırva. Ülkenin bir ucundan diğerine konuşmalar yapıyorlarmış. Hem de arada hiçbir şey olmadan.. Cinleri mi kullanıyorlar dersin?” Bibi, Sultanın güvensizliğe düşeceği endişesiyle atıldı: “Efendimiz ben şahidim. Gerçek dışı hiçbir şey yok. Söylediklerini ben de işitiyorum. Soğukkanlılığınızı kaybetmemenizi istirham ediyorum.” Sultan anlamsız ve boş gözlerle yüzü kırışıklar içindeki yaşlı kadına bakıyordu.. ‘‘Onun yüzünü hiç böyle görmemiştim.’’diye geçirdi içinden, ‘‘beni büyüledi mi ne..’’ Sonra başını küreye çevirdi ve sordu: “Kardeşim Sadeddin, söyleyeceğin üçüncü şey nedir?” “İnsanoğlu Ay’a gitti” Sultan Keykubat ayağa fırladı.. Örtüyü aldı ve fırlatarak sihirli aynanın üzerini örttü. Gözleri dönmüştü öfkeden. Bibi’ye bağırmaya başladı: “Bu ne cesaret! Bu ne küstahlık! Sana değer vermiş, sana güvenmiştim. Bana bunu mu yapacaktın? İnsanlar Ay’a gitmiş öyle mi? Bu zırvalara inanacağımı mı sanıyorsun? Kehanet dediğin bu mu? Sen adi bir büyücüsün! Bu yaptığın da o tür göz boyamalarından biri.. Sana haddini bildireceğim!” Zavallı kadın korkudan iki büklüm olmuş, yüzü renkten renge giriyor, tüm vücudu titriyordu. Kellesi gidebilirdi.. Sultanın hiç böyle celallendiğini görmemişti.. Sustu kaldı.. Sultan Keykubat, Bibi’yi ezen ve aşağılayan bir eda ile baştan aşağı süzdü. Başını çevirdi ve hışımla odadan çıktı. Sultan Alaaddin, Kubadabad Sarayı’na dönüşünde Kâhine Bibi’nin cezalandırılmasını emretti. Bibi, Mınıras Adası’ndaki zindanlardan birine hapsedildi. Ancak Sultanın öfkesi fazla sürmedi. Yaşadığı olayı zihninden silip atması imkânsızdı. Hem kişisel, hem de devlet idaresi ile ilgili her türlü sırrını açtığı dostları Reşideddin ve Ebu Bekir’i sarayına çağırttı. Onlara başına gelenleri bir bir anlattı. Sihirli aynadaki gerçekten kardeşi olabilir miydi? Bu konudaki düşüncelerini serbestçe ortaya koymalarını istedi. İki görmüş geçirmiş Sultan dostu, efendilerini dikkatle dinledikten sonra, önce Reşideddin söz aldı: “Sevgili Sultanım; siz dini yücelten, karanlıkları aydınlatan, halkını müreffeh kılan düşmana dehşet, dosta muhabbet sunan bir cihan padişahısınız. Zatıâlinizin müneccimlik gibi bir sahaya meyletmesi, hele hele bir kadın kahinenin peşinden gitmesi, yüksek affınıza sığınarak söylüyorum, biraz yadırganacak bir durum. Bu kahinenin zaman zaman bazı şeyleri bildiğine şahit oluyoruz. Ama ona fazla bel bağlamamak lazım. Buna rağmen sizi şu açıdan mazur ve bir nebze haklı görüyorum: Devletin ve milletin istikbali konusunda çok hassas ve tedirginsiniz. İlerde devlet ve millete zeval gelebilir endişesiyle, hayırlı gördüğünüz endişesiyle hayırlı gibi gördüğünüz her şeye sarılıyorsunuz. Faziletli Sultanımız, o kadar da endişe etmenize gerek yoktur. Damarlarlarınızda yüce ecdadımızın asil kanı akıyor. Başımızda siz, yanınızda biz ve ardınızda ordunuzla dışarıdan gelecek her türlü tehlikeleri bertaraf edeceğizdir. İlim, fen ve sağduyudan sapmamak gerek. Benim söyleyeceklerim bu kadar.” Ebu Bekir bu konuşmaları pek onaylar görünmüyordu. Bu tavrı Sultanın da gözünden kaçmamıştı. Ebu Bekir söze girdi: “Soyunun cevheri, cihan serveri sultanım, dostum Reşid’n sözlerine hak vermiyor değilim. Ancak bu son noktaya siz bir anda gelmediniz. Kardeşinizi uzun zamandır rüyanızda görüyordunuz. Kâhine Bibi ile sık sık bir araya geldiniz. Düşündünüz taşındınız.. Bunları görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla zatınıza söylenenleri bir mantık süzgecinden geçirelim. Aşırı gelen düşüncelere gülüp geçelim. Ama halkımıza fayda ve hayır getirecek bilgileri de reddetmeyelim. Bence bu bizim için büyük bir fırsattır. Böylece insanlığa örnek bir medeniyet yaratabiliriz.” Ebu Bekir’in konuşmasından Sultan hoşlanmıştı. Ona sevgiyle baktı: “Doğru söylersin Bekir dost.. Başlangıçta oldukça zorlandım. Her şey saçma geldi bir ara.. Ama aslında olağanüstü bir durum bir mucizeydi bu.. Küçükken kaybolan ikiz kardeşim asırlar sonra bana sesleniyor. Bunu kabul edeyim ancak, insanoğlunun aya gittiğine ne demeli!.. Mamafih ben de senin gibi düşünüyorum. Bundan böyle Sadeddin’in önerilerini dikkate alacağım. Bana ileteceği buluşları biz de hayata geçirebilirsek halkımızın medeniyet seviyesi çok daha ileri noktalara gidecektir.” Reşideddin söze girme ihtiyacını hissetti: “Aziz efendimiz, burada çok hassas bir nokta var. O bilgi ve önerilerin kaynağını kimse bilmemeli. Yanlış anlaşılabilir ve halk arasında zatıâlinize karşı bir itimatsızlık doğabilir. Bu da memleketi felakete sürükler.” Sultan Keykubat ona hak verdi: “Yerden göğe kadar haklısın Reşideddin. Çok dikkatli olmamız gerekiyor. Hayır, beklerken şer doğabilir. Başımın tacı halkımın beni yanlışa düşer görmesini elbette istemem.” Ebu Bekir'in bir teklifi vardı: "Sultanım, şöyle yapalım: Kardeşinizden gelen bilgi ve önerileri değerlendirmek üzere bir kurul, uygulamak üzere de iki kurul oluşturalım. Uygulayıcı kurullardan bir tanesi keşiflerle ilgilensin, diğeri de buluşları hayata geçirsin." Sultan başını sallayarak onayladı ve hizmetlilere seslenerek saray kâtibinin gelmesini emretti. Kurulların oluşturulmasıyla ilgili kararını kâtibe yazdırdı ve ferman olarak ilanını emretti. Yeni bir dönem başlıyordu. Sultanın ikinci bir emri daha oldu. Bu da Kâhine Bibi'nin affedilme fermanıydı. Bibi hemen zindandan çıkarıldı ve evine yerleşti. Alaaddin Keykubat olaya olumlu yaklaşsa da kafasında her şey bitmiş değildi. Sihirli aynanın pırıltılarını gözünün önüne getirdikçe hala beyni zonkluyordu. Kendi kendine yorumlar, çözümler üretiyordu: "Ben sıradan bir kişi değilim, bir sultanım. Adımlarımı çok dikkatli atmam gerek. Konuştuğum kişinin kardeşim Sadeddin olduğuna dair tamı tamına ikna olmalıyım. Bunu için bir delil istemem en doğrusu.. Evet, olayın gerçekliğini ispat edecek bir delil.." Sultan enine boyuna düşündükten sonra kararını verdi: Aynadaki kardeşinden bir şey isteyecekti. İstediği şeyi yerine getirebilirse ne ala.. Getiremezse ibi'nin başı gidecekti.. Profesör Sadeddin Kubat, laboratuvarında bir süredir sinyal bekliyordu. Bağlantının kesilmesine akıl erdirememişti. Bunu düşünürken önce ses, sonra görüntü geldi. Alaaddin'in sesi kulaklarında yankılandı: "Sadeddin beni duyuyor musun?" Profesör heyecanla cevap verdi: "Evet hem duyuyorum,hem de görüyorum seni.." "Kısa bir ara vermiş olduk. Geçen konuşmamızda söylediklerin beni çok aşırtmıştı. Bunun bir büyü olduğunu düşünüp çok sinirlendim ve burayı terk ettim. Şimdi senden bir şey isteyeceğim. Yerine getirmeyi başarırsan artık sana inanacağım ve temasımız devam edecek. Daha sonra ikinci isteğimi söyleyeceğim. Onu da gerçekleştirirsen artık her dediğini yapacağım." "Pekala kabul..Birinci isteğin nedir?" "Önce şunu sorayım: Kubadabad Sarayı'nı gördün mü? Şimdi ne durumda?" "Gidip görmedim ancak kitaplarda resmini gördüm.. Durumu pek iyi değil, yüzyılların etkisiyle harabolmuş durumda.."
Sultan Alaaddin kulaklarına inanamadı.Yanındaki Kâhine Bibi'ye baktı. Bir an
hareketsiz kaldı. Sonra başını ağır ağır pencereye çevirdi. Saray tüm
görkemiyle ışıl ışıl parlıyordu. Hüzün dolu gözlerle onu süzdü. "Demek böyle
mimari bir şaheser zamana yenik düşüp, yerle yeksan olacak ha.. Ne acı!.."
diye mırıldandı. Sarsılmış bir halde konuşmasını sürdürdü. Profesör Kubat başka bir bilgi alamadan teması kaybetti.. Ne kadar uğraştıysa da bağlantı kuramadı.. Kardeşinin söylediklerini bir daha düşündü. Harabe haline gelmiş bir kalıntıda küçük bir tableti nasıl bulacaktı.. Canı sıkıldı. Zira bir başka problem de böyle yerlerde kazı yapmanın herkese açık olmadığıydı. Kubadabad kalıntıları arkeolojik ören yeriydi ve o bölge sit alanıydı. Morali bozulsa da çaresiz oraya gidip bir yolunu bularak araştırma yapacaktı. Vakit geçirmeden yolculuk hazırlıklarına başladı: Göller Yöresi'nin detaylı bir haritasını temin etti. Bölge ile ilgili tarih ve arkeoloji kitapları satın aldı. Onları bir süre uzun uzadıya tetkik etti. Fotoğraf makinesi ve kamerasını çantasına koyarak vakit kaybetmeden otomobiliyle Kubadabad yollarına düştü. Aslında planladığı şeyin pek hoş olmadığını biliyordu ama soyunun yaşadığı yerleri gezip görmekten büyük sevinç ve gurur duyacaktı. Bu duygularla dolu olarak güneye epeyce yol katetti. İlk vardığı yer Beyşehir idi. Heyecanı doruktaydı. Göl'ün kenarından karşı yakaya, Yenişar ve Dedeğül dağlarına doğru bakınca heyecanı büsbütün arttı. Göl'ün güneyini takip ederek sarp ve kıvrımlı yollardan Kurucaova'ya ulaştı. Orada bir kahvede mola verip, kasabalılarla sohbet etti. Halkın Kubadabad'la ilgili bir bilgisi olmadığını gördü. Sonra hareket etti ve Muma ve Hoyran köylerini geçerek Göl'e yaklaştı. Hep önündeki krokiyi takip ediyordu. Az sonra uzaktan Kubadabad kalıntılarının silüeti göründü. İçini garip duygular bastı. Araç hızlandı. Sanki bir gizli güç onu oraya çekiyordu. Bir tepeyi dönünce son noktaya geldiğini fark etti: İşte tarih ve sırlarla dolu mekâna ulaşmıştı... Atalarına yüzyıllar önce yurt yuva olmuş, parlak ve mutlu bir hayata tanıklık etmiş olan saray kalıntıları karşısındaydı. Ancak dillere destan saraydan bugüne, yıkık duvarlar ve oraya buraya dağılmış taşlardan başka bir şey kalmamıştı. Profesörün içi burkuldu. Ruhunun derinliklerine işleyen bir hüzünle, bir yıkık duvarın üzerine çıkıp saray kalıntılarını uzun uzun seyretti. Bir an, kardeşinin ruhunun etrafta gezinmekte olduğu hissine kapılıp yerinden fırladı. "Alaaddin!. Alaaddin!." haykırışlarıyla tümseklerin üzerinden, sütunların arasından geçti; kah taşların üzerinden atlıyor kah çukurlara düşüyordu.. Bir o tarafa bir bu tarafa koştu da koştu.. Kardeşini ünledi durdu.. Nefes nefese kalıp dikenli çalılar arasındaki yabani otlar üzerine diz üstü çöktü. Çaresizlik içinde ağladı,ağladı.. Profesör Kubat, havalanan güvercinlerin kanat sesleriyle kendine geldi. Toparlandı. Ayağa kalkıp etrafa bakındı. Kalıntılar arasında bir süre dolaştı. Sarayın krokisini açıp bir şeyler keşfetmeye çalıştı. Büyük giriş kapısının yerini buldu ama burası koca bir toprak yığınından ibaretti. Kazmak pek zor olacaktı. Bunun için plan yapmak zorundaydı. Ortalıkta bir süre daha gezindi. Fotoğraflar çekti, önemli gördüğü yerleri kameraya aldı. Bu sırada bir şey dikkatini çekti. Etrafta çok sayıda kartal vardı. Ağaçların tepelerine tünemişler, adeta kendisini izliyorlardı. Bir an içi ürperdi. Cesaretini toplayıp onlara "Sizinle bir işim yok. Resminizin bulunduğu tableti arıyorum ben.." diye seslendikten sonra onların da görüntülerini çekti. İşi bitince arabasına döndü. Kubadabad'da yapılan kazılar ve ulaşılan buluntulara ilişkin bilgiler toplamak amacıyla yakındaki köylere gitme ihtiyacını duydu. Önce Hoyran'a uğradı. Köyün ihtiyarları Kubadabad çinileri hakkında en geniş malumatı Yenişar Bademli'de yaşayan 'Veli'bir Bilge Kişi olan zattan alabileceğini söylediler. Hemen oraya hareket etti. Yenişar Bademli'de söylenen kişiyi kolayca buldu. Kırk yıl halkı eğiten ve yörenin tarihi geçmişini yazan, şair ve araştırmacı bu Bilge Kişi Kubadabad çinilerinin Konya müzesinde olduğunu ve yedi köşeli, çift başlı kartal figürlü tableti orada bulabileceğini söyledi. Bu açıklama Profesörü son derece sevindirdi. Nihayet aradığı şeyin izine rastlamıştı. Oradan hemen ayrılmadı. Bilge Kişi kendisini çok etkilemişti. Her ikisinin mesleğinin eğitimci olması, tarihe ve arkeolojiye ilgi duymaları aralarında sıkı bir dostluğun başlamasına yol açtı. Bilge Kişi o gece konuğunu evinde misafir etti. Ertesi gün çevreyi gezdirdi ve son olarakta Yenişar Bademli Etnoğrafya Müzesi'ne götürdü. Bu müzenin kurulmasına Bilge Kişi önayak olmuştu. Dıştan mütevazı bir görünüme sahip olsa da, müzenin içi Yenişar'ın etnoğrafik değerlerini barındıran bir mekândı.
Müzenin duvarları yörenin tarihini
anlatan yazılar, beldeye hizmeti geçmiş kişilerin resimleri ve yaptıkları,
müzeye verilen beratlar ve tablolarla kaplanmıştı. Geniş salondaki tüm raf,
masa ve dolaplar, Yenişar halkının kültürel ve folklorik mirası olan
geleneksel giysiler, ev eşyaları, mutfak gereçleri, tarım ve ulaşım
araçları, oyuncaklar, silahlar vb. envai çeşit eşyalarla dolup taşıyordu. “Sayın Profesör bu kapı “İcatlar Odası”na açılıyor. İçerde sizin de şaşıracağınız garip eşyalar mevcut. Biz onların eski insanların icat ettikleri araç gereçler olduğu kanaatindeyiz. Ama ne olduklarını da tam anlamış değiliz. Bir de sizin görmenizi istiyorum.” Yaşlı Bilge elindeki anahtarı kilide soktu, çevirdi ve kocaman kapıyı yavaşça araladı.. Lambanın düğmesini çevirdi. Işık zayıftı. İçeri süzüldüler. Profesör loş odada bir şeyler görmeye çalıştı. Gözleri alışınca etraftaki eşyaları seçmeye başladı. “Dostum bu acayip şeyler de nedir?” “Bütün bunlar Dedegül Dağı eteklerindeki bir mağarada bulundu. Çok eski tarihlere ait olduğu kesin. Yüzyılların tahribatına uğramış. Tuttuğumuz elimizde kalıyor, bu yüzden yukarıda sergileyemiyoruz.” Profesör eşyaların arasına daldı. Kimini tuttu, kimini yokladı, kimini kaldırdı, kimini dikkatli bir gözle inceledi ve sonunda izlenimini bildirdi: “Dostum, gördüğüm kadarıyla bunlar bir zamanlar insanların günlük hayatta kullandığı eşyalar. Hiçbirini tanımlamak ve adlandırmak mümkün değil. Belki şu anda sizin, bizim kullandığımız araç gereçlerin ilkel biçimleridir. Çok tahrip oldukları için de tam tetkik etmek imkânsız. Benim kanaatim budur.” Profesör Kubat otomobilinden fotoğraf makinesi ve kamerasını alarak “İcatlar Odası”nda çekimler yaptı. Artık burada işi bitmişti. Bilge Kişi’ye verdiği bilgiler ve gösterdiği konukseverlik için uzun uzun teşekkür etti ve minnet duygularını ifade etti. Onu içtenlikle kucakladı. Otomobiline binip bir an önce Konya’ya ulaşmak üzere yola koyuldu. Üç saate yakın yol gitti. Güneş tepede iken Konya’ya girdi. Arkeoloji Müzesi’ni sora sora buldu. Otomobilini uygun bir yere park ederek müzeye girdi. Bir yetkili bulup geliş amacını açıkladı. Müze yetkilisi olumsuz konuştu: “Aradığınız tabletin burada olması imkânsız. Yedi köşeli, çift başlı kartal figürlü bir tablet aradığınızı söylüyorsunuz. Oysa tüm Selçuklu tabletleri sekiz köşelidir.” Profesör şaşırmıştı. “Ama nasıl olur? Bana verilen bilgi böyle.” “Size yanlış bilgi vermişler. Müzemizde çift başlı kartallı sayısız tablet var. Ama hiçbiri yedi köşeli değil. İsterseniz gelin bir de siz görün.” Müzenin ilgili bölümüne geçtiler. Duvarlarda rengârenk, sayısız figür çeşitliliğinde, irili ufaklı yüzlerce tablet yer alıyordu. Profesör Kubat dikkatlice baktığında hepsinin de sekiz köşeli olduğunu gördü. Umutla biraz daha dolaştı ama bunun, ovada dört yapraklı yonca aramaktan başka bir şey olmadığını anladı ve oradan da hayal kırıklığıyla ayrıldı. Müze çıkışında oturup ne yapması gerektiğini düşündü. Dönüşü olmayan bir yola girmişti. Vazgeçmesi mümkün değildi. Bir durum muhasebesi yaptı. Kararını verdi; gidip Kubadabad’da o tableti arayacaktı. “Keşke bun daha önce yapsaydım” diye hayıflandı. Ama böylesi daha iyiydi. Bazı bilgiler elde etmişti. Bunlar bir gün işine yarayabilirdi. Hemen toparlanıp yola koyuldu. Arabasını sürerken bir yandan da planlar yapıyordu. Ören yerlerinde izinsiz kazı yapılması yasaktı. Bir yol düşündü. Başka alternatifi de yoktu. Beyşehir’e geldiğinde akşam olmuştu. Kendini çok yorgun hissetti. Arabasını çarşı içine park edip İmren Lokantası’nda yemeğini yedi ve geceyi Göl Palas Oteli’nde geçirdi. Sabah erkenden kalkıp hemen yola koyuldu. Hoyra’na varınca bir kahveye girdi. Herkes bu yabancıya ilgi uydu. Profesör onlara, “Ben üniversiteden geliyorum. Kubadabad’da küçük bir kazı yapmakla görevlendirildim. Bunun için birkaç kişiye ihtiyacım var.” diyerek geliş amacını söyledi. Kahvedekilerin yarısı işe talip oldu. Aralarında güçlü kuvvetli dört genci seçti. Onlara kazma kürek alıp gelmelerini söyledi. Gençler denileni yaptılar. Herkes gelince arabaya doluşup kazı mahalline ulaştılar. Profesör Kubat sarayın planını önceden tetkik ettiğinden büyük kapının yerini kolayca buldu. Kazılacak yeri belirledi ve kazmalar inip kalkmaya başladı. Onlara yavaş darbelerle kazmalarını ve çok dikkatli olmalarını söyledi. Zira tablet bir kazma darbesiyle kırılabilirdi. Kendisi de kazıcıların tam önünde durarak her darbeyi dikkatle izliyordu. Kazı saatlerce devam etti. Vakit akşam olmuş, hava kararıyordu. Herkes çok yorulmuştu. Söylenmeler başladı. Profesör onların işi yarım bırakacağından korkuyordu. Vereceği ücreti iki katına çıkardığını bildirdi. Kazıcılar canlandılar. Bir süre sonra karanlık bastı ve Profesör arabasını yaklaştırıp farlarını yaktı. Parlak ışıkta kazmaların inip kalkan gölgesi ağaçlar üzerinde garip görüntüler yaratıyordu. Kazılan yerden tuğlalar, kalas ve demir parçaları, mozaik kırıkları, kiremite benzer malzemeler çıkıyordu. Saatler ilerledi. Bir ara üstlerinden hızla bir karaltı geçti. İkincisi başlarını yaladı. "Ne oluyor!" diye başlarını kaldırınca bunların kartallar olduğunu gördüler. Profesör önce kuşların bu hareketini önemsemedi ama tacizleri sıklaşınca işin ciddi olduğunu anladı. Kartallar resmen saldırıya geçmişlerdi. Kazıcılar korkudan paniğe kapıldılar. Profesör onları yatıştırmaya, kuşları da taş ve sopalarla kovmaya çalıştı. Bir kazıcı, "Hocam bunlar bizim kazı yapmamızı istemiyorlar. Başımıza bir bela gelecek. Bırakalım kazmayı da köyümüze dönelim biz." dedi. Profesör buna şiddetle karşı çıktı. Az daha sabretmelerini istedi. Ve bu sabır olumlu sonuç verdi: Profesör aradığı tableti bir küreğin ucunda yakalamıştı. Alıp inceledi ve sevinçle havaya sıçradı. "Buldum, buldum!" diye haykırdı, "İşte yedi göğün yedi yıldızıyla bezenmiş çift başlı Selçuklu Kartalı!.." Kazıcılar anlamsız gözlerle ona bakıyorlardı. Onlar kocaman bir eser bekliyorken, ufacık bir tabletle karşılaşmaları gariplerine gitmişti. Bu seramik parçasının ne işe yarayacağını sordular. Profesör bunu sadece "arkeolojik bir eser" olarak izah etti. Fazlasını açıklayamazdı. Onlar da fazla soru sormadılar.
Hemen toparlandılar. Vakit gece yarısını geçmişti. Profesör kazıcıların
parasını bol bahşiş ekleyerek ödedi. Arabaya binip hemen oradan ayrıldılar. Profesör ön camdan bakarak ne olup bittiğini görmeye çalıştı. Dikkatli bakınca çok sayıda kara kartalın otomobilin üzerine pike yaptıklarını fark etti. Yanında oturan genç, "Kartallar! Kartallar!" diye haykırdı. Saldırı sıklaşmaya başladı. Profesör, "Ben size gösteririm!" diyerek otomobili durdurdu. Torpido gözünden tabancasını aldı ve dışarı çıktı. Gökyüzüne rasgele ateş etmeye başladı. "Gelin! Gelin!" diye bağırıyordu, "hepinizi geberteceğim!.." Kartallar sesler çıkararak kaçıştılar. Mermisi biten Profesör arabaya döndü ve gaz pedalına yüklendi. Ancak kuşlardan kurtuluş yoktu. Az sonra olanca güçleriyle aracın üzerine üşüştüler. Korkunç sesler çıkarıyorlardı. Hepsi dehşet içinde kaldılar. Arkada oturanlardan birisi Profesörün omzuna dokundu: “Hoca dur!.. Bunlar tableti götürmemizi istemiyorlar. Dönüp onu bulduğumuz yere bırakalım. Yoksa bu kara şeytanlar bizi öldürecekler!..” Diğerleri de aynı şekilde konuştular. Profesör önce direndiyse de bu durumda yola devam etmenin yanlış olacağını kendisi de kabul etti. Zira direksiyon hâkimiyetini kaybedip bir kaza yapabilirdi. Aracı durdurdu. Kısa bir manevra ile geri döndü. Az sonra kazı yerindeydiler. Profesör tabletin resimlerini çekti ve görüntüsünü kameraya çekti. Daha sonra tableti özenle gömdüler. O sırada çok sayıda kartal etraftaki ağaçlara tünemiş dikkatle onları izliyorlardı. Gömme işi bitince oradan hızla ayrıldılar. Yolda hiçbir kartal onları rahatsız etmedi. Profesör Kubat evine dönüş yolculuğu süresince yaşadıklarını enine boyuna düşündü. Kubadabad’a ilk vardığında hissettikleri, etnoğrafya müzesinde gördükleri ve kazı sırasında başına gelenler sanki ayaklarını yerden kesmişti. Gerçeklerden koparım endişesini taşıyor, girdiği ruh hali içerisinde davranışlarının anormalleşmesinden korkuyordu. Aslında bütün bunlar bir bütünün parçalarıydı ve taşlar zamanla yerine oturuyordu. Onun tek yaptığı olayları izlemekti. Eve varışından kısa süre sonra laboratuarındaki yerini aldı. Seyahat sırasında başına gelenleri kardeşiyle paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Bağlantıyı kurmak hemen kolay olmadı. Bir seri çabadan sonra kardeşi Alaaddin karşısındaydı. Ona seslendi: “Sultanım sevindirici bir haberle geldim.” “Dediğim şeyi buldun mu?” “Evet, buldum, ama maalesef buraya getiremedim.” “Niçin?” “Belki şaşıracaksın ama kartallar engelledi.” “Anladım.. Kubadabad’ın koruyucusudur onlar. Ayrıca halkımıza da çok faydalı hizmette bulundular.” “Ne gibi?” “Kubadabad Vilayeti bir zamanlar yılanların istilasına uğramıştı. O mübarek kuşlar yılanlara saldırdı ve çoğunu öldürdü. Kaçanları da biz yakalayıp Göl’ün ortasındaki Yılanlı Ada’ya bıraktık. Şimdi bulduğunu söylediğin kutsal tableti tarif et bana.” “Yedi ucunda, yedi göğün yedi yıldızının simgeleri var. Çini tabletin zemini beyaz, üzeri kırmızı ve mor motiflerle süslenmiş. Ortada çift başlı, muhteşem pençeleri olan bir siyah kartal var.” “Kavmimizin gücünün simgesi olan o kartalın gövdesi bizim ikiz bedenimizdir. Başının biri ben, diğeri de sensin. Tanrıya şükürler olsun, sen gerçekten kardeşim Sadeddin’sin.. Artık bunun aldatıcı bir vesvese olmadığına kanaat getirdim.” “Ben de aynı şekilde, senin Alaaddin oluşundan kuşku duymuyorum.” “Pekâlâ, o zaman şunu yapalım: Sen yaşadığın dünyayı anlat. Ben de benimkini anlatayım. Birbirimizden öğrendiklerimizi diğer insanlara nakledelim. Böylece kültür ve medeniyetimizi geliştirmiş oluruz. Yalnız bunu çok dikkatli yapmamız gerekiyor. Zira söylediklerimizi gaipten gelen bilgiler olarak düşünürlerse aklımızdan şüphe ederler. En iyisi, bildirdiğimiz yenilikleri dünyanın çeşitli yerlerinden bize ulaşan icat ve keşifler olarak bildirelim.” “Çok haklısın Alaaddin kardeşim.. Yoksa “Peygamberler gibi vahiy mi iniyor size” diye alay edebilirler” “Doğru söylüyorsun.. Yalnız benim bir ayrıcalığım var.. Ben Sultanım ve halkım ne dersem inanır. Onların kötülüğüne bir şey yapmayacağımı bilirler. Ömrüm boyunca hep onların mutlu olmaları için çalıştım.”
“Mutlu olmak mı dedin?” “Elbette mutlu olmak.. Ama benim toplumumun insanları mutlu değil ki.. Belki varlıklı ve müreffeh, ama mutlu değil..” “Nasıl oluyor bu? Bana biraz garip geldi.” “Benim yaşadığım çağda teknoloji dev adımlarla ilerliyor. Herşeyi makineler hatta robotlar yapıyor. Üretim akıl almaz boyutlarda. İnsanlar bol gıda alıyorlar, çeşit çeşit giyiniyorlar, geziyorlar, eğleniyorlar. Televizyon seyrediyor, dünyanın öbür ucuyla haberleşiyorlar. Seyahatlerini otomobillerle, uçaklarla yapıyorlar. Hatta füzelerle uzaya gidiyorlar. Tıp son derece ilerledi, hatta ölüme bile meydan okuyor.” “Adeta cenneti tarif ediyorsun. İnsanoğlunun bu kadar ileri noktalara ulaşabileceğini tahmin etmezdim. Ne mutlu size!..” “Ne yazık ki mutlu değiliz.” “Niçin değilsiniz? Nimet içinde yüzdüğünüzü sen söyledin.” “Haklısın ama madalyonun bir de öbür yüzü var.” “Nasıl yani?” “Yirmi birinci yüzyıl dünyasında insan nüfusu altı milyarı geçti. Kentler hıncahınç doldu. Çalışma hayatının temposu herkesi strese boğdu. Yollar araçlarla tıklım tıklım dolu. Doğal hayat yok oluyor. Savaşlar, ekonomik krizler, yasa dışı işler, adaletsizlik, ahlaksızlık, sömürü, kuşaklar çatışması, aşırı ve yapay beslenme, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, gelecek endişesi aile bağlarının zayıflaması ve daha nice sorunlar insanları bedbaht ediyor.” “Demin sizi cennete yaşıyor zannetmiştim. Oysa sizin hayatınız cehenneme dönmüş. Eyvah ki eyvah!..” “Maalesef bizde durum bu.. Pekâlâ, siz mutlu musunuz?” “Kesinlikle evet diyorum. Sultan olduğum için söylemiyorum bunu.. Halkım da en az benim kadar hayatından memnundur. Kuşkusuz sizin kadar imkânlarımız yok, ancak senin sözünü ettiğin iç karartıcı şeyler bizde yok. Bizimki sade ve doğal bir hayat. İç barış hayat felsefemizin temelidir. Birimiz hepimiz, hepimiz de birimiz için yaşarız. Devletimizin gücü ve halkımızın fazileti tüm dünyaya örnektir. Tarih kitapları bizim bu kutlu dönemimizden bahsetmiyor mu?” “Sultan kardeşim elbette kitaplarda bu yönde işaretler var. Ama benim için önemli olan senin söylediklerindir. Sana inanıyor ve gıpta ediyorum. Keşke ben de senin devrinde yaşasaydım. Nitekim toplumumuzdaki çoğu insan da eski devirlerin özlemi içindedir. Doğal, sakin, sade, dingin, sevgi ve huzur dolu bir yaşam.. Mutluluğun tarifi bu olsa gerek..” “Evet ama bir şeyi vurgulamak isterim.. Halkım mutluluk içinde yaşıyor diye atalete düşmek olmaz. Ben bu devletin hükümdarı olarak gelişmeleri hep desteklerim. Refah, halkı durgunluğa hatta tembelliğe sürükleyebilir. Sonra etrafımız düşman devletlerle dolu.. Su uyur düşman uyumaz derler. Bu nedenle sürekli gelişmeyi şiar edinmemiz gerek. Senin bize ileteceğin icat ve keşifleri biz de hayata geçirirsek artık bizi kimse tutamaz.” “Bu konuda elimden geleni yapacağından kuşkun olmasın.” “Profesör kardeşim bundan şüphem yok, ama açıklanması gereken bir husus var..” “Nedir?” “Aramızdaki zaman aralığı sekiz asır.. Tarihi süreç gerçekliği içinde biz bu noktada kalmışız. Büyük gelişmeler ileriki asırlarda olmuş. Biz şimdi tarih çarkını geriye döndürme işine girişmiş olmayalım.. Yanılıyor muyum?” “Hayır, ben öyle düşünmüyorum. Siz elbette bizim ölçeğimizde icat ve keşifler yapmadınız ama irili ufaklı geliştirmeler ortaya koydunuz. Ben bunun işaretlerine bir yerde rastladım.” “Sahi mi söylüyorsun!.. Neler yapmışız? Beni heyecanlandırdın.” “Neler yapabildiğinizi tam anlamış değilim. O kalıntıları ben bir müzede rastladım. Belki büyük gelişmeler değil ama günlük hayatta kullanılmış olan bir takım araç, gereç ve aletlere benziyorlardı.” “Çok sevindim buna.. Çalışmalara hemen başlamalıyız. Sen yenilikleri ilet, ben de görevlendirdiğim kişilere talimat verip aynısını yapmalarını isteyeyim. Ne yapabilirsek yanımıza kardır.” “Tamam Sultan kardeşim.. Ben bir hazırlık yapıp sana döneceğim. Benden haber bekle.” “Tamam.. Bekliyorum.” Kubadabad İcatlar Kurulu Başkanı Emir Seyid, kurul üyeleri toplamış onlara konuşma yapmaktadır: “Efendiler, memleketimizi daha mamur, insanlarımızı daha müreffeh kılmamız için Sultanımızın emriyle yeni bir atılım başlatmış bulunuyoruz. Bu dönem hayat tarzımızın değişeceği bir dönem olacaktır.
Diğer milletlere göre üstün bir medeniyet yarattık. Ancak yetmez.. Sahip
olduğumuz her şeyi gözden geçirip, onları daha vasıflı, daha işe yarar ve
daha faydalı hale getireceğiz. Sultanımız dünyanın öbür ucundaki bazı
devletlerde yeni icat ve keşiflerin olduğu haberini almıştır. Kurul üyelerinden birisi sözünü kesti.: “Mirim, beni bağışlayınız. İnsanoğlu Âdem babamızdan beri çabalayıp duruyor. Yapılması gereken her şey yapılmıştır. Daha ne yapıp ne edeceğiz?” Emir Seyid konuyu biraz daha açma ihtiyacı duydu: “Hayat yerinde durmayan bir nehir gibidir. Âdem babamız yarı çıplaktı. İlk insanlar mağaralarda yaşıyorlar; hayvanları avlayarak, meyveleri toplayarak karınlarını doyuruyorlardı. Zamanla toprağı işlemeyi, ekip biçmeyi öğrendiler. Sonra madenleri keşfettiler. Bu sayede icatlar ve keşifler yaparak bugüne geldiler. Nehrin akışı devam edecektir. İlerleme ve gelişme süreklidir. Biz tembellik edersek başka milletler bizi geçer ve bizi ezerler." Bir başka üye sordu: "Pekâlâ, ne yapmamızı istiyorsunuz?" "Sultanımız aracılığıyla gelen bilgiler Değerlendirme Kurulu'nda ele alınacak ve faydalı olacağına karar verilenler bize intikal ettirilecektir. Kurulumuz, bize verilen bilgiler doğrultusunda o şeyin aynısını hatta daha mükemmelini yapmakla yükümlüdür. Kurul başkanı olarak hedeflerimiz doğrultusunda canla başla çalışacağınızdan şüphem yoktur. Sultanımız bize güveniyor ve çok şey bekliyor. Onu mahcup etmemeliyiz." Konuyu biraz daha tartıştıktan sonra kurul dağıldı. Birkaç gün sonra Değerlendirme Kurul'undan ilk proje geldi. Bir nakil vasıtası yapacaklardı. İcatlar Kurulu Başkanı Emir Seyid hedefi açıkladı: "Dostlarım, ilk yapacağımız şey bir nakil vasıtasıdır. Biliyorsunuz hayatımızda ulaşım çok önemlidir. Bir yerden bir yere atla, arabayla gidiyoruz. Bunlar yetersizdir. Yeni icadımız iki tekerlekli bir binek aracı olacaktır." Kurul üyeleri birbirlerine baktılar. Soru yağmaya başladı: "İki tekerlekli araç nasıl ayakta durur?" "Aracı at mı çekecek, merkep mi?" "Yapsak bile ne fayda sağlayacak?" Başkan eliyle ''durun hele!'' işareti yaptı: "Bu aracın tekerinin biri önde diğeri arkada olacak. İki teker arasında oturma yeri var. Üzerine binen kişi kendisi sürecek. Yokuş aşağı fırlattığınız bir teker giderken nasıl düşmezse, o vasıta da yere düşmeyecek. Onu çocuklar da kullanabilecek." Bu ilginç araç fikri sonunda herkesi heyecanlandırmış, ekip hemen işe koyulmuştu. Önce hendeseciler enine boyuna tartışarak iki tekerlekli aracın bir taslağını çizdiler. Ona bir ad vermeleri gerekiyordu. Aracın garip görüntüsü nedeniyle ona "şeytanarabası" adını taktılar. Ustalar hemen imalat işine giriştiler. Kısa zamanda eser ortaya çıkmıştı. Bu; ağaç demir karışımı, araba tekeri gibi iki tekeri, bir dümeni ve bir de oturacak yeri olan garip bir nesneydi. Ama kullanmak ne mümkün.. Bir defa ağır ve hantaldı.. İkincisi aracı binen ayaklarını yere vurarak sürdüğünden kısa süre sonra yoruluyordu. En önemlisi de dengeyi sağlamak mümkün olmuyor, her deneyen düşüp orasını burasını yaralıyordu. En sonunda İcatlar Kurulu projeden vazgeçmek zorunda kaldı. Böylece ilk deneme başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Ama araç bir kenara atılmadı, muhafaza altına alındı.
Devamını (2. Bölüm) okumak için tıklayın ![]()
|
Bu Web Sitesi En İyi 1024x768 Ekran
Çözünürlüğü ve Gerçek Renkte Görüntülenebilir. |